Bu Blogda Ara

30 Eylül 2010 Perşembe

DEMOKRATİK HAK TALEBİ VE 'SONUÇLARI'!

TAYAD'lılara saldırı protesto edildi
TAYAD'lı aileler, Ankara'ya yürüdükleri sırada maruz kaldıkları polis müdahalesini Abdi İpekçi Parkı'nda yaptıkları basın açıklaması ile protesto etti. Eyleme, Yazarımız ve hocamız Temel Demirer sendika ve sosyalist kurumlar da destek verdi






TAYAD'lı aileler adına açıklama yapan Fatma Alan, 18 Eylül'de cezaevlerinde tecritin kaldırılması, sohbet hakkının uygulanması ve tutuklanan TAYAD üyelerinin serbest bırakılması talebiyle İstanbul'dan yürümeye başladıklarını hatırlattı.






Yol boyunca polis tarafından örgütlenen faşist grupların saldırısına maruz kaldıklarını ifade eden Alan, yürüyüşün sona ereceği nokta olan Abdi İpekçi Parkı'na varmak üzereyken polis müdahalesi ile karşılaştıklarını söyledi.






33 TAYAD üyesinin gözaltına alındığını hatırlatan Fatma Alan, "Soruyoruz; kimi ürküttük, kim bu yürüyüşten korktu, rahatsız oldu? Bu linç ve provokasyon saldırıları niye örgütlendi?" diye sordu.






TAYAD'lı aileler olarak cezaevlerinde olan yakınlarına sahip çıkmaya devam edeceklerini vurgulayan Alan, "Hapishanelerde baskı ve işkencenin son bulması için hiçbir güç bizi yolumuzdan alıkoyamayacak, buradan dosta da düşmana da ilan ediyoruz" dedi.






SES Genel Başkanı Bedriye Yorgun, Demokratik Halklar Federasyonu adına Nurten Kırmızıgül, BES Yönetim Kurulu üyesi Osman Biçer, DİSK Ankara Bölge Temsilcisi Kani Beko ve Yazar Temel Demirer de konuşma yaptı.


Konuşmacılar, polis müdahalesini protesto etti, gözaltına alının 33 TAYAD üyesinin derhal serbest bırakılmasını talep etti.


Gözaltına alınan 33 TAYAD üyesinin 3'ü öğlen serbest bırakılırken akşam yapılan duruşmada 7 TAYAD üyesi daha serbest bırakılmıştır.Gözaltında tutulan TAYAD'LI sayısı 23'e olarak bilgi verilmiştir.


Gözaltında tutulan 23 kişinin polis tarafında darp edildikleri raporlara geçmiştir.             Kaynak:internet-İpar Haber  30.09.2010                                                                                                                                                                                                                                                     

NE ZAMAN DEVRİMCİ OLDU - (HANEFİ AVCI)/ ERTUĞRUL MAVİOĞLU

Ertuğrul Mavioğlu Radikal'de Hanefi Avcı'yı yazdı. Yazısında ortaya çıkardığı bir Hanefi Avcı portresi var. Kamuoyunun Hanefi Avcı ile ilgili çok dillendirilmeyen bazı noktalarıaMavioğlu dikkat çekmiş ve soruyor o devrimciler ile Hanefi Avcı yan yana gelir mi? 'Terör örgütüne üye olma' iddiasıyla tutuklanan Hanefi Avcı'nın Devrimci Karargah örgütü üyeliğini tartışmak için çok daha fazla bilgiye ve daha geniş bir açıya sahip olmaya ihtiyaç var. İşte Ertuğrul Mavioğlu'nun Hanefi Avcı 'ne zaman devrimci oldu?' yazısının tamamı:


Önce yazdığı kitapla, şimdilerde ise 'Devrimci Karargâh' adlı örgütle ilişkisi olduğu iddiasıyla ülke gündeminin baş sıralarından inmeyen Hanefi Avcı için ortaya “Kim bu adam?” diye bir soru atılsa yanıt ne olurdu acaba?


Ertuğrul MAVİOĞLU


A) İşkenceci, B) İşkence pişmanı, C) Susurluk’u aydınlattı, D) Susurluk’u daha da kararttı, E)Ülkücü polis şefi, F)Demokrat polis şefi, G)Devrimcilere hayran, H) Devrimci katili, I)Poliste cemaatleşmeye karşı çıktı, dürüsttü J) Önü kesilince karşı saldırıya geçti, çıkarcıydı. K) Avcıydı, L) Kurban oldu.


Avcı ile ‘devrimci’ler arasındaki kurulan ilk ilişkinin tamamen mesleki nedenlere dayandığı biliniyor. 12 Eylül 1980 darbesi olmuş ve Avcı Mersin’de görevli bir polis. Mersin’de ağır işkence gören tanıklar, kendilerine yönelik bu ağır zulmün yanı sıra Devrimci Yol örgütünden Ali Uygur’un gözaltında öldürülmesinden de onu sorumlu tutuyorlar. Mersin 78’liler Derneği Başkanı Ethem Dinçer’e göre bazı tanıklar, “Hanefi Avcı’nın onlara Uygur’un ayakkabısını göstererek ‘bu ayakkabının sahibini tanıyor musun?’ sorusunu sorduğunu söylemişlerdi.” Yine aynı tanıkların ifadesine göre, Avcı gözaltındaki diğer devrimcileri de, “Konuşmazsanız sonunuz Ali Uygur gibi olur” diyerek tehdit etmişti. Bilmeyenler için not düşmekte fayda var. Ali Uygur, 1980 Temmuz ayında gözaltına alındıktan sonra Mersin Emniyet Müdürlüğü’nde öldürülmüş ve cesedi çok uzun yıllar sonra kimsesizler mezarlığında bulunmuştu. Yani 1980’li yıllarda Mersin’de yaşayan pek çok kişi açısından Avcı sadece işkenceci değil aynı zamanda bir devrimcinin gözaltında katledilmesinden, hatta cesedinin bile kaybedilmesinden birinci derecede sorumlu olduğu iddia edilen kişiydi.


Uygur’un katili kim?
Aynı Hanefi Avcı yıllar sonra Mersin’e bu kez pişman bir emniyetçi olarak geri dönecekti. 1997’de Avcı, işkencede hayli hırpaladığı kurbanlarıyla buluşmuş, onlardan özür dilemiş ve bu ilginç gelişme Aktüel dergisinde kapak haber olmuştu. Ethem Dinçer, o günleri şöyle anlatıyor: “Avcı’nın o dönem Mersin’de telefonla ulaştığı başka devrimciler arasında görüşmeyi kabul etmeyenler de olmuştu. Bu kişiler arasında ‘işkencecimle konuşacak bir şeyim yok’ diyenler olduğu gibi, ‘Ali Uygur’un katilini açıkla konuşalım’ diyenler de olduğu biliniyor.”


Yine de Avcı yaptığı işkencelerden ötürü özür dileyebileceği altı kişi bulmuş, birlikte fotoğraf da çektirmişlerdi. O fotoğraf karesinde bulunanlardan biri de Kurtuluş davasından yargılanan Necdet Kılıç’tı. Kaderin cilvesine bakın ki, Kılıç, şimdi işkencecisiyle aynı örgütle ilişkide olmakla suçlanıyor. Kılıç’a yönelik suçlamalardan birisi ‘örgütün finansörü’ olmak. Bu iddiaya Devrimci Karargah’ın internet sitesinden manidar bir yanıt geldi: “Bu kişinin örgütümüzle ilişkisi yoktur. Hele ki iddia edildiği gibi finansörümüzse, yaşadığımız mali sıkıntıllarımız üzerinden kolayca diyebiliriz ki, Allah onu nasıl biliyorsa öyle yapsın!”


Susurluk ifadesi
Yaptığı işkencelerden ötürü kurbanlarından özür dileyerek kendisinden hayli söz ettiren Avcı’nın, gazete başlıklarından çok uzak kalması mümkün olmadı. Balıkesir’in Susurluk ilçesinde 3 Kasım 1996’da meydana gelen trafik kazasında Türk kontrgerillasının kirli çamaşırları asfalta dökülünce, TBMM’de kurulan Susurluk Araştırma Komisyonu’na ifade veren Avcı anlattıklarıyla yine gündemdeydi. O dönem Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olan Avcı, PKK’nın zayıflatılmasının ardından işsiz kalan özel harekât timlerinin mafya tarzı ilişkiler yürüttüğünü, bu grupların Emniyet, MİT ve JİTEM içerisinde ayrı ayrı bulunduğunu anlatmıştı. Avcı’ya göre, bu gruplar Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, Özel Harekât Dairesi Başkanvekili İbrahim Şahin, Korkut Eken ve Mehmet Eymür tarafından organize ediliyordu. Avcı, uzun bir dönem Güneydoğu’da eleman olarak kullanılan bu kişilerin daha sonra çek senet mafyası gibi çalışmaya başladıklarını söylerken, suçladıkları kişilerin isimlerini de verecekti. Avcı’nın mafyatik faaliyet yürütmekle suçladığı kişilerin arasında ünlü JİTEM’ci Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım, Ege Bölgesi’nde JİTEM’e bağlı Yüzbaşı Sinan Yaşar, Ankara Jandarma İstihbarat görevlisi binbaşı Ali Yıldız ve o dönem Kocaeli Jandarma Alay Komutanı olan Veli Küçük de vardı.


Hedef tahtasında
Avcı’nın, TBMM Susurluk Komisyonu’na ifade vermesinin ardından, onun pek çok olayla ilgili manipülasyon yaptığı, kendisini olayların dışında tutmak amacıyla gerçekleri çarpıttığı, belge vermediği, dahası sadece işine geldiği kadarını anlattığı iddiaları ise durmak bilmedi. Basına kaynağı belirsiz bilgiler sızdırmakla da suçlanan Avcı’nın manipülasyoncu olduğu yönündeki iddialar, ‘Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet Bugün Cemaat’ adlı kitabı yayımlandıktan sonra da sürdü. Avcı’yı suçlayanlardan biri de eski polis şeflerinden Bülent Orakoğlu’ydu. Orakoğlu, Star gazetesine kitabın öfkeyle yazıldığını ve manipülasyon amaçlı olduğunu söyleyecekti. İddialara göre Avcı, inandırıcı bir belge ortaya koyamıyor, anlattığı olayları sübjektif yorumluyor, ortalığı bulandırıyordu. Üstelik Susurluk döneminde sergilediği ‘derin devlet’ karşıtı tutumunun aksine, şimdi Ergenekon için deyim yerindeyse ‘fasa fiso’ diyordu.


Ülkücü mü demokrat mı?
Oysa kitabı, Avcı’nın kişiliğine dair de önemli ipuçlarıyla doluydu. Kitabının bir yerinde ‘ülkücü’ geçmişinin olduğunu açıklamaktan çekinmiyor ama diğer yandan polisin hem operasyonlar hem de sorgu sırasında yasalara saygıyı esas alması gerektiğini yıllardan beri savunduğunu dile getirerek ‘demokrat’ bir kimlik modeli ortaya koyuyordu. Ne ki, Avcı’nın kitabında medyada asıl öne çıkan yön Emniyet’teki Fethullahçı örgütlenme konusu oldu. Nitekim, Avcı’nın kendi yazdığı bir tuğla kalınlığındaki kitabının içeriğine ilişkin özellikle devlet - cemaat ilişkisini öne çıkarmak için çaba sarfettiği de biliniyor. Zaten kitap çıktığı gün itibarıyla da bu kesimler tarafından gerçek anlamda top atışına tutuldu. Aynı kesimler, ‘Devrimci Karargah’ adlı örgütle ilişkisi olduğu iddiasıyla tutuklanan Avcı’nın suçlu olduğunu ilan etmekte de herhangi bir sakınca görmeyecekti.


Avcı mı, kurban mı?
Avcı’nın kitabını basan yayınevinin ortağı, Devrimci Yol davasının önde gelen isimlerinden Cahit Akçam, yazarlarının tutuklanmasının nedenini ‘cemaatin intikamı’na bağlıyor. Şöyle diyor Akçam : “Tutuklananlardan Necdet Kılıç bildiğim kadarıyla SDP üyesi ve eski Kurtuluşçulardan Mahir Sayın’la birlikte. Hanefi Avcı’yı tanıdığını inkar etmiyor zaten aksine ‘tanırım, işkencecimdir’ diyor. Bir operasyon yaptılar. Şimdi Mahir Sayın kim? Devrimci Karargâh kim? Azıcık solu tanıyan, bilen birisi, bu isimlerin yanyana gelemeyeceğinden de haberdardır. Hele Hanefi Avcı’nın burada hiç yeri yoktur. Devrimci Karargâh operasyonu daha önce de yapılmış, yine alakasız isimleri tutuklayıp on bir ay hapis yatırmışlardı. Geçtiğimiz gün İçişleri Bakanlığı’nın Hanefi Avcı’nın kitabındaki iddialarla ilgili mülkiye müfettişlerini görevlendirerek soruşturma başlattığını açıkladığı haberleri vardı. Bu bence Hanefi Avcı’nın tutuklanmasının ön hazırlığıydı. Avcı’nın tutuklanmasına yönelik eleştirilerin önü bu şekilde daha en baştan kesilmek istendi. Avcı, yayınevine belgeler bırakmıştı. Avcı ile hiç tanışma fırsatım olmadı ama bu yapılan bana göre cemaatin intikamıdır.”


Besbelli ki, Avcı elindeki kimi bilgi ve belgelerle gündemde kalmaya devam edecek. Kimilerine göre emniyette taşları yerinden oynatacak açıklamalarıyla cemaatin hedef tahtasına oturdu ve tutuklanması bu yüzden. Kimilerine göre ise yaşananlar hukuki bir süreçten ibaret. Avcı, Devrimci Karargâh ile ilişkisini izah edememiş ve bu nedenle bağımsız Türk yargısı gereğini yapmıştı. Kim haklı olursa olsun, önümüzdeki günlerde bu konunun daha çok tartışılacağı ve yeni yeni belgelerin ortaya döküleceğinin işaretlerini bugünden okumak mümkün. Zamanla taşlar yerine oturur ve Hanefi Avcı’nın soyadı gibi ‘avcı’ mı yoksa ‘kurban’ mı olduğunu daha net biçimde anlayabiliriz belki.


Ve artık olan bitene dair sıkı bir tüyo vermek gerekli oldu: Avcı’nın ne zaman ve nasıl ‘devrimci’ olduğunu hiç kimse asla öğrenemeyecek.


www.radikal.com.tr/Radikal.aspx

27 Eylül 2010 Pazartesi

DEMOKRATİK HAK KULLANIMI GÜNCEL / HABER YORUM

Tayad Üyeleri Yeniden Yola Çıkacak Kızılcahamam  27 Eylül 2010 Pazartesi - 07:39 beyaz gazete internet


Cezaevlerindeki tecridin kaldırılması için 18 Eylülde İstanbul'dan Ankara'ya yürüyüşe geçen ve iki gündür Ankara il sınırında bekleyen Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) üyeleri yürüyüşlerine devam edecek.
Cezaevlerindeki tecridin kaldırılması için 18 Eylülde İstanbul'dan Ankara'ya yürüyüşe geçen ve iki gündür Ankara il sınırında bekleyen Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) üyeleri yürüyüşlerine devam edecek.
İki gündür jandarma nezaretinde bekleyen TAYAD üyelerinin bu sabah yeniden yola çıkacağı öğrenildi.
27.09.2010 07:39:49
TAYAD YÜRÜYÜŞÜNE DEVAM EDİYOR
________________________________________
Hapishanelerde uygulandığını savundukları tecrite son verilmesi için İstanbul'dan yürüyüşe geçen Tayad'lılar bu kez de Kızılcahamam'dan Ankara'ya doğru yürüyorlar.
Tayad yaptığı açıklamada, "Tayad'lılar Bolu'da saldırıya uğradı. Tayad'lıların yürüyüşünden rahatsız olan Amerikancı polis geçilecek yerleşim yerlerine önceden giderek halkımızı kışkırtıyor. Provokasyon peşinde koşuyor" denildi. (ANKA)

27 Eylül 2010 / Saat 9.00 HALKIN SESİ İNTERNET
Pazar gününü Ankara’ya 90 km mesafede dinlenerek geçiren TAYAD’lı Aileler adım adım Ankara yürüyüşüne devam ediyor.
Hapishanelerde Tecritin Kaldırılması; Sohbet Hakkının Uygulanması; Tutsak TAYAD’lıların Serbest Bırakılması; Hapishanelerde İşkencenin Son Bulması ve Hasta Tutsaklara Özgürlük talepleriyle 18 Eylül’de İstanbul’dan çıkmışlardı yola. Adım adım, gün gün ilerlediler yollarında…
AKP’nin polisi adım adım saldırı örgütledi, yalan ve kışkırtma ile provokasyon sonucu linç saldırısı örgütledi. Gebeş, Düzce, Kaynaşlı ve Bolu’da linç saldırısı örgütlenmişti. Yılmadı TAYAD’lılar. Yaralarını sardılar ve bugün saat 6.30’da çıktılar yola. Şu an Kızılcahamam yönünde ilerleyen 40 TAYAD'lı, Kızılcahamam'a 20, Ankara'ya 80 km mesafede bulunuyor. Yürüyüş devam ediyor...

'DEMOKRASİ' EVET Mİ HAYIR MI?GÜNCEL / HABER YORUM

26 Eylül 2010 Pazar

DEMOKRATİKLEŞME OYUNUNDAN SAHNELER / GÜNCEL - HABER YORUM

RADİKAL / İNTERNET
26/09/2010 10:14
Daha önce Edirne, Trabzon ve Erzincan'da linç edilmek istenen Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) üyeleri Bolu'da çok organize bir saldırıya uğradı. Taş ve sopalarla saldıran genç bir gruba ülkücü ve sanayi esnafı da levye, tornavida ve sopalarla katıldı. Avukat Behiç Aşçı, polislerin halkı, 'PKK'lılar cenaze taşıyor' diyerek provoke ettiğini öne sürdü.


BOLU / İSTANBUL - İstanbul’dan Ankara’ya hasta tutuklu ve hükümlülerin tahliye edilmesi ve tecritin kaldırılması talepleriyle yürüyen TAYAD’lı grup, önceki gece gece Düzce’nin Kaynaşlı İlçesi’nden yoğun güvenlik önlemleri altında Bolu Dağı’nda bir akaryakıt istasyonuna getirildi. Burada kurdukları çadırlarda konaklayan TAYAD üyeleri dün sabah saat 09.30’da, D -100 Karayolu’nu takiben Bolu’ya yürümeye başladı.
44 kişiden oluşan grup yol üzerindeki köylerde bildiri dağıttı. Grup ilerlerken bir kişi eline Türk bayrağı alarak yol üzerinde bulunan bir akaryakıt istasyonunun üzerine çıktı. İstasyonda müzik sisteminden mehter marşı çalınmaya başlandı. Saat 13.00 sıralarında, TAYAD üyeleri Paşaköy kavşağına geldiğinde grup tek sıra oldu. Polis de yanlarında sıralandı. Kent merkezi Cici Taksi mevkiine gelindiğinde ise gençlerden oluşan yaklaşık 50 kişilik bir gösterici grup küfürler ederek, taş ve cam şişelerle TAYAD’cılara saldırdı.
Saldırıda bulunanlar ‘Kahrolsun PKK’, ‘En büyük asker bizim asker’ diye slogan atarak küfürler yağdırdı. Sanayi kavşağına gelindiğindeyse ellerine tornavida, levye, İngiliz anahtarı alan esnaf, bozkurt işareti yapan bir grup da saldırganlara katıldı. TAYAD üyeleri kol kola girerek birbirlerini korumaya çalıştı ancak grup saldırmaya devam etti.
Polis biber gazı ve cop kullanarak olaylara müdahale etti. Yaşanan kargaşa nedeniyle yolun her iki istikameti de ulaşıma kapandı. TAYAD üyeleri Bolu İl Jandarma Komutanlığı’nın önüne geldiğinde jandarma da güvenlik önlemi aldı. İl Jandarma Komutanı Aybay İbrahim Ertaş saldırıda bulunan gençlerin bulunduğu gruptan bir kişiyle görüşerek yolun açılmasını istedi ve yol açıldı. Jandarma kordonunu aşan iki gençse polislerin arasındaki TAYAD üyelerine taş atıp, tekmeyle saldırdı. Polis biber gazı kullanarak etkisiz hale getirdi. Polis ve jandarma kent çıkışına kadar yürüyen TAYAD üyelerini minibüslere bindirdi. TAYAD üyeleri Bolu’nun Gerede İlçesi’ne doğru hareket etti.


Örgütlenmiş bir provokasyon:
TAYAD’lı ailelere eşlik eden avukat Behiç Aşçı, yürüyüş boyunca polislerin halkı, ‘PKK’lılar cenaze taşıyor’ diyerek provoke ettiğini öne sürdü: “Abant sapağında bir kişi bize küfretti. ‘İleride göreceksiniz’ dedi. Bolu’ya girdiğimizde taş yağmuru başladı. Polis müdahale etmedi. İki arkadaşımız yaralandı. Kitleyi ne dağıttılar ne gaz sıktılar. Yanımızda yürüttüler. Baştan beri örgütlenmiş bir provakasyon bu. Polis ‘PKK’lılar geliyor’ demiş. Bir imam arkadaşlarımıza ‘Polisler geldi, PKK’lılar cenaze taşıyorlar’ dedi. ‘Biz TAYAD üyesiyiz’ dedik. Bunun üzerine imam, ‘Gideyim kahvedekiler söyleyeyim, saldırmasınlar’ demiş. (dha, Radikal)
                                                                                                                                                                                                                                                                         LİNÇ KÜLTÜRÜ YAYILIYOR NE CEZA NE TEDBİR VAR
(Yakın Tarihten)

İstanbul'da Lübnan'a asker gönderilmesini protesto ettikleri için saldırıya uğrayan dört üniversiteliyi polis de gözaltına almıştı. Cerrah ise dün sözlerini 'düzeltti': 'Güzel olmuştur' sözüm, bayramda eyleme halkın gösterdiği tepkiye... FOTOĞRAF: AP


Emniyet Müdürü Cerrah'ın son olayda 'Güzel tepki' dediği linç girişimlerinden ceza alan yok
01/09/2006 (3293 kişi okudu)
İSMAİL SAYMAZ (Arşivi)
İSTANBUL - Trabzon'da dört TAYAD'lının linç edilmeye kalkışılması ilk örneği görülen ve en son Vatan Caddesi'nde yinelenen 'politik linç' yaygınlaşıyor. Polis müdahalede yetersiz kalırken linççiler değil, mağdurlar gözaltına alınıp yargılanıyor.
Trabzon'da geçen yıl 6 Nisan'da yerel TV'ler aracılığıyla yayılan 'Bayrak yakılıyor' söylentisi üzerine linç girişimine uğrayan TAYAD'lılar 'Basit müessir fiilde bulunmak, güvenlik güçlerine zor ve şiddet kullanarak direnmek'ten tutuklandı. Dört gün sonra da ikinci bir lince uğradılar.
Vali Hüseyin Yavuzdemir, ilk linç girişimiyle ilgili, 'Kentin imajı bozuldu' derken, ikincisinin ardından, "Huzur bozan cezasını çeker" dedi. Tutuksuz yargılanan TAYAD'lıların davası, 11 linççiye açılan 'müessir fiil' ve 'toplu olarak polise mukavemet' suçlamasıyla açılan davayla birleştirilip Erzurum'a gönderildi.
Trabzon'da örneği görülen 'politik' linç diğer kentlere sıçradı. Her girişim, ya 'Bunlar PKK'lı' ya da 'Bayrak yakılıyor' yaygarasıyla başladı. Yetkililerin mağdurları suçlayan açıklamaları 'âdet' oldu, 'galeyana kapılan vatandaşlar' soruşturulmadı.
Bunun en net örneği, Rize'de geçen yıl 2 Kasım'da yaşandı. Mezarlık ziyareti için kente gelen TAYAD'lılar 300 ülkücü tarafından taşlandı.
Vali Enver Salihoğlu, "Vatandaş tahrik oldu" dedi. Milletvekili Abdülkadir Kart'a göre, 'Devlete ve millete bağlı Karadeniz insanı gerekli dersi vermiş'ti. Belediye Başkanı Halil Bakırcı, "Minibüsçü tartışması sandım. TAYAD'lılar olduğunu bilsem, inip ben de vururdum" dedi. MHP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır'ın 'demokratik tepki' olarak değerlendirdiği linç serisi şöyle:
29 Ağustos 2006: Konya Bozkır'da Kürt işçilerle mermer işçilerin kavgası 1000 kişinin katılmasıyla linçe dönüştü. 25 Kürt ilçeden çıkarıldı.
22 Ağustos: Tokat'ta sınava gelen öğrenci, PKK sloganı attığı öne sürülerek ülkücüler tarafından dövüldü.
20 Temmuz: Kırklareli Kıyıköy'de kamp kuran Temel Haklar ve Özgürlükler Dernekleri Federasyonu üyeleri, aranan iki kişiyi jandarmaya vermeyince olay çıktı. 61 kişi Vize'ye getirilirken, ilçede 'PKK'lılar yakalandı' söylentisiyle galeyana gelen kalabalık linç girişiminde bulundu.
12 Mayıs: Mersin'de bildiri dağıtan TAYAD'lılar 'cuma'dan çıkan ülkücülerin saldırısına uğradı.
8 Nisan: Isparta'da, YÖK aleyhine bildiri dağıtan üniversiteliler 'PKK'lı' denilerek linç edilmek istendi.
8 Nisan: Erzincan'da Türkiye Gençlik Federasyonu üyesi 15 kişi 'Tecrite son verilsin' sloganı atarak oturma eylemi yaptı. Sağ görüşlü grup, Türk bayraklarıyla saldırdı.
30 Mart: Sakarya'da Mahir Çayan'ın afişini asan iki üniversiteli 2 bin kişi tarafından linç edilmek istendi, DTP il örgütü tahrip edildi.
25 Şubat: İzmit'te Ülkü Ocağı üyesi 1000 kişi, bayrağı tekmelediğini iddia ettikleri bir kişiyi linçe kalkıştı.
28 Ocak: Ordu'da 'Komünist' gazetesi satan TKP'liler dövüldü.
31 Aralık 2005: Artvin'in Şavşat ilçesinde bildiri dağıtırken dövülen TAYAD'lılar tutuksuz yargılanıyor.
12 Aralık: Samsun'da, bildiri dağıtan Temel Haklar Federasyonu üyesi dört kişi linç edilmek istendi.
10 Ekim: Kayseri'de Ezilenlerin Sosyalist Platformu'nun 15 üyesi TMY'yi protesto ederken dövüldü.
6 Eylül: Öcalan'a destek mitingine giden iki otobüs Bozüyük'te taşlandı. Olaylarda 144 kişi yaralandı.
22 Ağustos: İzmir'de park kavgasında gözaltına alınan Siirt ve Diyarbakırlı beş kişi 1500 kişi tarafından 'PKK'lı diye linç edilmek istendi.
12 Nisan: Sakarya'da, TAYAD'a saldırılara karşı bildiri dağıtan beş genç linç edilmek istendi.
3 aydan 1 yıla kadar hapis
Avukat Ergin Cinmen'in verdiği bilgiye göre yasalarda linç veya linç girişimi yer almıyor. Girişim yaralamayla sonuçlanırsa TCK'nın 'Taksirle Yaralama'yla ilgili 89'uncu maddesine göre üç aydan bir yıla hapis cezası verilebilir. Eylem ölümle sonuçlanırsa 'Kasten öldürme ve nitelikli haller' başlıklı 81. ve 82. maddeleriyle müebbet hapis ya da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenebiliyor.
________________________________________


Dört genç o anı anlattı: Polis halkı kışkırttı
Rüya Kurtuluş, Nihat Muğurtay, Musa Seçkin ve Hakan Demir (soldan sağa) Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah hakkında suç duyurusunda bulunacak.




Vatan Caddesi'ndeki Zafer Bayramı kutlamalarında, 'İsrail askeri olmayacağız' pankartı açtıkları için linç girişimine maruz kalan üniversiteliler, bir çevik kuvvet mensubunun, 'Bunlar vatan haini' diyerek kendilerini hedef gösterdiğini söyledi.
İstanbul Üniversitesi öğrencileri 26 yaşındaki Rüya Kurtuluş, 22 yaşındaki Musa Seçkin, 20 yaşındaki Hakan Demir ve 19 yaşındaki Nihat Muğurtay, önceki gün Vatan Caddesi'ndeki Zafer Bayramı kutlamaları sırasında, askeri araçlar geçerken, 'İsrail askeri olmayacağız' pankartı açmak için emniyet şeridini geçmeye çalışmıştı. Bu sırada bir çevik kuvvet görevlisinin boynuna sarıldığını belirten Kurtuluş, "Polis, 'Bu vatan haini' deyip fırlattı. Beş polisin içinde düştüm. O sırada halk beni yuhalamaya başladı. O ana kadar bir tepki yoktu."
Seçkin de polis tarafından kalabalığın içine itildiğini söyledi: "Bu vatan haini' diyerek beni şeririn içine doğru attılar. Çıkmak istedikçe içeri sokuyorlardı. Bu sırada yumruklar gelmeye başladı. Halkı üzerimize saldırttılar. Dayak karakolda da sürdü. Sürekli dövüyorlardı."
'Evet vatan hainiyiz...'
Geceyi İl Emniyet Müdürlüğü'nde geçiren gençler dün dün Fatih Adliyesi'nde savcılığa çıkarıldı. İfadeleri alındıktan sonra serbest bırakılan üniversiteliler, gazetecilerin "Siz vatan hainimisiniz" sorusuna Nâzım Hikmet'in, 'Vatan haini' şiirini anımsattı: "Eğer İsrail'in Lübnan ve Filistin'deki saldırılarına ve ABD emperyalizmine karşı çıkmak vatan hainliğiyse bunu seve seve kabul ediyoruz."

GÜNCEL / KÜLTÜR SANAT- ETKİNLİK DUYURU

25 Eylül 2010 Cumartesi

CARLOS SAURA 'TANGO'




YAŞAMI VE SANATI:Carlos Saura (d. 4 Ocak 1932) ödüllü İspanyol sinema yönetmeni, senarist, aktör ve yapımcı. Filmlerine de yansıyan Franco karşıtı politik tavrı İspanyol sinemasına yeni bir soluk getirmiştir. 1960'lardan beri sinemada aktif olarak çalışmaktadır. En çok da 1980'lerde çektiği, kurmaca ile gerçek arasında gidip gelen, dansla yaşamın ustalıkla harmanlandığı üç dans filmi ile tanınır. Saura'nın "Flamenco Üçlemesi" adı da verilen bu filmler Kanlı Düğün (Bodas de Sangre) (1981), Carmen (1983) ve Büyülü Aşk'tır (El Amor Brujo) (1986).Carlos Saura 4 Ocak 1932 tarihinde İspanya'nın Aragón bölgesinde Huesca'da dünyaya gelmiştir. Doğduğunda "Carlos Saura Atarés" ismi ile nüfusa kaydedilmişti. Avukat bir baba ve piyanist bir annenin 4 çocuğundan ikincisiydi. Kardeşlerinden Antonio Saura dışavurumcu bir ressam olmuştur, aynı zamanda bir aktördür.
1936 yılında patlayan İspanya İç Savaşı Saura ailesini çok etkilemiştir. Özellikle de küçük Saura'nın ruhunda derin izler bıraktı, savaşla ilgili bölük pörçük dehşet anıları sonraki filmlerine de zaman zaman yansımıştır. Genç saura kısa bir süre endüstri mühendisliği okuduktan sonra 18 yaşında okulunu terkederek profesyonel olarak fotoğrafla ilgilenmeye başladı. Özellikle de dansçıların ve müzisyenlerin fotoğraflarını çekiyordu. Kardeşinin ısrarı ile Madrid'de sinema okuluna gitti. O zamanki adı "Instituto de Investigaciones y Experiencas Cinematográficas" olan okul şimdilerde "Escuela Oficial de Cinematografía" olarak anılmaktadır. Sinema okulundayken İtalyan Yeni Gerçekçiliği'nden büyük ölçüde etkilendi. 1957'de mezun olduğu okulda öğretim üyesi olarak kaldı ve politik nedenlerden dolayı uzaklaştırıldığı 1963 yılına kadar burada dersler verdi.
Kısa metrajlı mezuniyet filminin adı "La Tarde del Domingo" (Pazar Öğleden Sonra) (1957) idi. 1958'de renkli bir belgesel olan "Cuenca" yı çekti. Aynı yıl çektiği ilk konulu filmi "Las Golfos" (Tr: Uçurum) sansürlendi ve 1960'a kadar yasaklı kaldı. Film yoksulluktan kurtulmak için boğa güreşçisi olmaya karar veren sokak serserilerini konu alıyordu. Amatör oyuncuların rol aldığı film aynı zamanda tamamı stüdyo dışında çekilmiş ilk İspanyol filmiydi. Üç yıl sonra ikinci konulu filmi geldi; "Llanto por un Bandido" (Tr: Bir Eşkıyaya Ağıt) (1964). Fransızlarla ortak çekilen film Endülüs'lü ünlü bir haydut hakkındaydı. Saura filme toplumcu açıdan yaklaşıp haydutun yaşantısını derinlemesine irdelemek istiyordu, oysa yapımcılar da filmin bir serüven filmi olmasında ısrar ettiler, iki tarafın istediği de olmadığı gibi yine de sansürlendi ve o haliyle de gişede başarısız oldu.
Saura'nın yeteneğinin ve vizyonunun ilk farkına varan yapımcı Elías Querejeta oldu. Saura'nın çektiği filmlerde onun sanatsal otoritesine müdahele edilmemesi gerektiğini kavramıştı ve "La Caza" (Av) (1965)'dan başlayarak birçok filminin yapımcılığını üstlendi. La Caza, Franco ideolojisinin toplum üzerine olan etkilerini irdeleyen psikolojik gerilim filmiydi. 1960'ların ortalarından itibaren uzun süre birlikte çalışacağı film ekibini oluşturmaya başladı. Bunların arasında kameraman Luis Caudrado, kurgucusu Pablo G. del Amo ve Amerika'lı aktris Geraldine Chaplin de vardı. Geraldine Chaplin'le uzun süre birlikte yaşamış ve ondan bir oğlu da olmuştu. La Caza birçok festivalde ve yarışmada de övgüler aldı, Berlin Film Festivali'nin prestijli ödülü olan Gümüş Ayı'yı kazandı. 1968 yılında "Peppermint Frappé" ile ikinci Gümüş Ayı'yı da kazanacaktı.
Saura'nın Franco rejimine karşı yaptığı eleştiriler başlarda oldukça hafif ve üstü örtülü iken zaman geçtikçe keskinleşmeye başlamıştı, buna karşılık sansür de Saura'nın eserlerini gittikçe daha çok makaslamaya başladı, bu da Saura'nın daha da sertleşmesine yol açtı. Bütün bunlara rağmen filmlerinin uluslararası platformlarda İspanya'yı ve İspanyol sinemasını çok iyi tanıtmasının bir sonucu olarak İspanyol hükümeti Saura'nın film yapmasını hiçbir zaman yasaklamadı ve ona karşı olması gerektiğinden çok daha hoşgörülü oldu.
Franco'nun 1975 yılında ölümüyle İspanya'da ifade özgürlüğünün egemen olduğu yeni bir dönem açıldı. Buna rağmen isyankar ruhlu Saura çocukken yaşadıklarını ve İspanya tarihinin bu kara sayfalarını kafasından söküp atamıyordu. Artık iki tür film yapmaya başladı, eskisi gibi sosyopolitik konuları işleyen filmler ve fazlaca polemik yaratmayan sanat filmleri. Ünlü İspanyol flamenco dansçıları ve aynı zamanda birer koreograf olan Antonio Gades ve Cristina Hoyos'la yaptığı işbirliği ile 1980'lere damgasını vuran 3 dans filmi çekti. Saura'nın "Flamenco Üçlemesi" adı da verilen bu filmler bir Lorca uyarlaması olan Kanlı Düğün (Bodas de Sangre) (1981), Georges Bizet'nin de daha önce operaya uyarlamış olduğu Prosper Mérimée'nin eserinin flamenco uyarlaması Carmen (1983) ve yine bir İspanyol besteci Manuel de Falla'nın ünlü eserinden uyarlanan Büyülü Aşk'tır (El Amor Brujo) (1986).
1995'te Flamenco adlı iddialı belgeselle İspanya'nın ulusal dansının dünyasına tekrar bir dönüş yaptı. Bundan üç yıl sonra da bu kez Arjantin'in ulusal dansını anlatan bir dramatik belgesel olan "Tango" (1998)'yu çekti. Arjantin'in en pahalı filmi olarak ilan edilen Tango'nun çekimlerinde çok özel donanımlar kullanılmıştı ve Saura'nın erken dönem filmlerinden izler taşıyordu.                     TANGO                                                                                                
Yönetmen /Senaryo: Carlos Saura
Türkiye'de Gösterime Giriş Tarihi: 30 Haziran 1999

Filmin Öyküsü: "Buenos Aires, Arjantin’de kurgulanmış olan film; yönetmen Mario Suarez’in zirvede yer alacak bir tango filmi yapma arayışını anlatıyor.
Karısı onu terk ettikten sonra yalnız kalan Mario, hem filmi bir arada tutacak konuları bulmak, hem de müzisyenlerine ve dansçılarına, tangoya aç olan Arjantin halkını tatmin edecek ifade özgürlüğünü vermek zorundadır. Mario, Elena isminde güzel ve yetenekli bir dansçıya âşık olunca işler karışır. Elena, oldukça güçlü ve tehlikeli bir adam olan ve aynı zamanda filme önemli ölçüde yatırım yapan Angelo Larroca’nın sevgilisidir. Mario’nun yaratıcı hayal gücü, Arjantin’in karanlık yıllarını ve politik baskılarını ve “yok oluşları” canlandıracak bir sahne plandığında, yatırımcıları tarafından sorgulanmaya başlar.
Buenos Aires’de yönetmen Mario Suarez, temelinde tarihi olaylar olan bir tango oyununu geliştirmekte ve prova etmektedir. Mario, yakın zamanda onu terk etmiş olan eşi Laura Fuantes’i özlemektedir. Aynı zamanda geçirdiği araba kazasının izlerini silmekle meşguldür. Bacağı halen yaralıdır. Filmin en büyük yatırımcısı Angelo Larroca, sevgilisi Elena’nın filmde oynaması için bir şans ister ve Elena elemeleri geçer, artık filme katılmıştır. Mario ona âşık olur, Elena ise tehlikeli Angelo’dan korkmaktadır…"





   Yönetmenin filmde anlatmak istediği ana tema ve/veya  konunun görsel ifadelendirmesini (ollagorik)simgeselliğe,  çağrışıma dayalı biçimde yapıyor. Saura ve ekibi  Tango dansının ve müziğinini  sağlam koreografilerle    bezeyip  sinemanın görsel kendine özgün diliyle bütünleştirerek güzel bir film yaratmışlar.Yönetmen TANGO filminde aşk'ı,tukku'yu, faşizm'i alışılmadık bir sinema diliyle oldukça başarılı bir şekilde anlatmış.!

23 Eylül 2010 Perşembe

DEĞERLER KORUNMAK İÇİNDİR YİĞİT TUNCAY (GÜNCEL)

Haluk Bilginer'in son açıklamaları tiyatro dünyasında ciddi eleştirilere neden oldu. Dostlar Tiyatrosu'nun kurucusu, usta sanatçı Genco Erkal NTV'de Mirgün Cabas'a konuk oldu ve Bilginer'in açıklamalarıan tepki gösterdi. Haluk Bilginer'e çok sert bir eleştiri de tiyatro sanatçısı Yiğit Tuncay'dan geldi.Dostlar Tiyatrosu'nun sahneledeiği Sivas '93 oyununda Genco Erkal ile birlikte sahne alan Yiğit Tuncay Haluk Bilginer'in açıklamalarını Mızıkacılar'a değerlendirdi.

İşte Yiğit Tuncay'ın Mızıkacılar için yazdığı değerlendirme:


"Ey Haluk Bilginer! Yıllarca kazandığın paralarla tiyatro yaptığını anlattın. Bu biraz tahta bavul hikayesi gibiydi. En azından o hikayeyi anımsatıyordu. Zamansız bir iş yaptın.


24 Ocak Kararları ve onu hayata geçiren 12 Eylül 1980 transformasyonundan sonra Turgut Özal diye biri ortaya çıktı "sosyalizmi yıktık" dedi. Bunun üzerine ülkücü-mafyanın meşhur ismi Lokman Kondakçı'nın kurduğu Varlık Film'in yapımcılığını yaptığı "Prenses" adlı bir film çekildi. Hani şu Mustafa Alabora'nın "ben tesadüf eseri oynadım" dediği film. O filmdeki bir cümle Türkiye'nin yeni vizyonunu ortaya koyuyordu. "Hiç bir düşünce uğrunda ölünecek kadar kutsal değildir." Bu cümle daha önce yaratılmış tüm değerleri yıkmak gerektiğine vurgu yapıyordu. Kendini bu anlamda devrimci olarak nitelendiriyordu.


Evet devrimciydi ama, karşı devrimciydi. Serbest piyasa ekonomisinin kutsallığını öne çıkaran serbest konuşma borsasını kuruyordu bu girişimler. "Tüm değerleri yıkalım" diye manşetlere konu olan sloganlar ürettiler. Bir başkası tiyatroda "Cumhuriyet Kızı" adlı oyunla bilim adamlarının güvenirliliğine görecelik getirmeye çalışıp, aslında bilimi halkın gözünden düşürmeye çalıştı. Talk show formatı denen bir garabetle bu kervanın halka yayılmasını sağlayanlar da oldu.


"Prenses" ile yeni bir modeli ortaya koyan Sinan Çetin'i ödüllendiren sermaye, onun emlak zengini olmasını sağladı. Filmleri iş yapmadı. Ama reklam sektöründe para akıttılar. Velhasıl o zamanlar bu modaydı ve prim yapıyordu.


Ancak bunun modası geçti artık. Demode bir anarko liberallik görüntüsü, serbest piyasada yükselen değer değil artık. Tüm kazanımlarını kaybettiğini 30 yıl sonra farketmeye başlayan bir halkın karşısındaki bu durumun marjinalitenin kapısını açmaktan başka bir işe yaramaz. Politik birikiminin ve zekanın bunu anlamaya yeterli olmadığı çok açık. Apolitik yaşamış bir insanın bu duruma düşmesi kaçınılmazdır. Ama esnaflar bile yaşamak için politik birikime ve zekaya sahip olunulması gerektiğini bilirler. Masonizmin tarihi bunun tipik bir örneğidir.

Diyelim ki biz bir kütüğüz ve bizi denize attılar. Tam 30 yıl dibe kadar gittik. Sonunda tam dibe ulaştık ve dibe çarptık. Çok basit bir fizik kuralı ile dibe çarptıktan sonra suyun kaldırma kuvvetinin de etkisiyle yeniden çıkışa geçtik. Yine unutulmaması gereken bir fizik kuralı daha var, o da; hiç bir kütük denize girdiği yerden çıkmaz. Yani farklı bir düzlemden çıkar. Tam da bu anda modası geçmiş bir kütük atmaya kalkışıyorsunuz. Üstelik diğer kütük yukarıya farklı bir düzlemden yol alırken. Farklı bir düzlemden tüm değerlerimizle çıkacağız. 30 yıl boyunca dipte öğrendiğimiz en önemli şeylerden biri, değerler korunmak içindir."





Genco Erkal'ın Haluk Bilginer'in açıklamaları hakkında NTV'de Mirgün Cabas'a yaptığı açıklamalar için:

www.mizikacilar.com/VideoDetay.aspx




Haluk Bilginer'in açıklamaları ile ilgili Mızıkacılar'ın daha önce yaptığı haber için:

www.mizikacilar.com/HaberDetay.aspx

18 Eylül 2010 Cumartesi

SEYYİD NESİMİ

Seyyid Nesîmî'nin 1369/1370 yılında Şamahı'da doğduğu, küçük yaşta Kuran'ı öğrendiği, klasik İslâm eğitimi aldığı, Türkçe-Farsça-Arapça bildiği, önce Hallac-ı Mansur'un gönül dostu Şeyh Şibli'ye daha sonra Esterabi Fazlullah'a bağlandığı, Hurufilik öğretisini benimseyerek başarılı bir propagandacı olduğu, Fazlullah'ın sağlığında ve ölümünden sonra Anadolu, Azerbaycan, Irak, İran, Suriye'de pek çok yere giderek görüşlerini yaymaya çalıştığı, son olarak Halep'te "Enelhak" dediği için 1417 yılında Emir Yeşbeğ zamanında derisi yüzülerek öldürüldüğü kabul edilir.


Seyyid Nesîmî üzerine bilinenler ne yazık ki yeterli değildir. Sınırlı sayıda yazılı kaynakta anılmakta daha çok söylencelerden ve yapıtlarından yola çıkılarak hakkında bilgi edinilmektedir. İşin iyi yanı, Türkçe ve Farsça Divanı ve Arapça bir divan boyutunda şiirleri elimizdedir. Mukaddimet-ül-hakayık adlı ona ait olduğu kabul edilen düzyazı bir yapıtı ile İnsan adlı bir risalesi vardır.







BENDE SIĞAR İKİ CİHAN

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam

Kevn ü mekândır âyetim zâta gider bidâyetim
Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam

Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş
Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam

Sûrete bak vü ma'nîyi sûret içinde tanı kim
Cism ile cân benim velî cism ile câna sığmazam

Hem sadefim hem inciyim haşr ü sırât
Bunca kumâş ü raht ile ben bu dükâna sığmazam

Genc-i nihân benim ben uş ayn-ı ayân benim ben uş
Gevher-i kân benim ben uş bahr ile kâna sığmazam

Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün
Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam

Gerçi muhît-i a'zâmım adım âdem durur âdemim
Dâr ile kün fekân benim ben mu mekâna sığmazam

Cân ile hem cihân benim dehr ile hem zamân benim
Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zamâna sığmazam

Encüm ile felek benim vahy ile melek benim
Çek dilini vü epsem ol ben bu lisâna sığmazam

Zerre benim güneş benim çâr ile penc ü şeş benim
Sûreti gör beyân ile çünkü beyâna sığmazam

Zât ileyim sıfât ile Kadr ileyim Berât ile
Gül-şekerim nebât ile piste-dehâna sığmazam

Şehd ile hem şeker hem şems benim kamer benim
Rûh-ı revân bağışlarım rûh-ı revâna sığmazam

Tîr benim kemân benim pîr benim civân benim
Devlet-i câvidan benim îne vü âna sığmazam

Yer ü gökü düzen benim geri dönüp bozan benim
Cümle yazı yazan benim ben bu dîvâna sığmazam

Nâra yanan şecer benim çarha çıkar hacer benim
Gör bu odun zebânesin ben bu zebâne sığmazam

Gerçi bugün Nesîmîyim Hâşîmîyim Kureyşîyim
Bundan uludur âyetim âyet ü şâna sığmazam




MERHABA HOŞ GELDİN

Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ
Ey şeker-leb yâr-ı şirîn lâ-mekânım merhabâ

Çün lebin câm-ı Cem oldu nefha-i Rühu'l-Kudüs
Ey cemilim ey cemâlim bahr u kânım merhabâ

Gönlüme hîç senden özge nesne lâyık görmedim
Sûretim aklım ukûlüm cism ü cânım merhabâ

Ey melek sûretli dil-ber cân fedâdır yoluna
Çün dedin lahmike lahmi kana kanım merhabâ

Geldi yârım nâs ile sordu Nesîmî neçesin
Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ

KUL NESİMİ

17. yüzyılda yaşamış nefesleriyle ünlü tekke şairi Kul Nesimî'nin asıl adı Ali'dir.
"Mahlasım Nesimi, ismim Ali'dir
Bu çarh dönmektedir, sanmam halidir
Şükür kalbim iman ile doludur
Cürm'i isyanımız bileden beri"
Alevi-Bektaşi inançlarını dile getirdiği şiirleriyle tanınır. Mahlasını 14.yüzyılda
yaşamış Hurufi şair Seyyid Nesîmî'ye olan sevgisi dolayısıyla aldığı ileri
sürülmektedir. Saz elde, keçe külah başında, dere tepe, köy kasaba dolaşmış
bir derviştir. Nerede yaşadığı konusunda yeterli ve kesin bilgiler yoktur.
Hakkında bütün bilinen 1668'de sağ olduğu Bektaşiliğe bağlandığıdır:
"İkiyüz altmışdört yıldan sonra
Bu nazmile bunu ettim ben izhar"
* * *
"Meşrebidir herkese yaran olur Bektaşiler
Kimse bilmez sırlarını seyran olur Bektaşiler
...
Biz Tarık-ı Bektaşiyiz zikrederiz Hakk'ı biz"
* * *
"Pirim Alioğlu, Bozdoğan'dan gel oldu
Gördüm mürşidim, müşkülüm halloldu
Kılavuzum Şah Merdan Ali oldu
Özüme gönderdim kendi kuşumu"
Kendisi, Yunus Emre'nin izleyicilerinden Hacım Sultan'a bağlı Sait Emre'nin
soyundan geldiğini bildirmiştir:
"Şükür Hakk'a iyd oldu
Katarımız mezid oldu
Ceddim Said Emre'dir
Nesli de Said oldu"
Osmanlı- Safevi (İran) dinsel ve siyasal mücadelelerinde Safevi (İran) yanlısı
bir tutum takınması ve bunu şiirlerinde dile getirmesi nedeniyle kovuşturmalara
uğradığı ve öldürüldüğü sanılmaktadır:
"Mehdî-i zaman elde zuhur kalmaya perde
Yezit olanı kırsa gerek tig ü teberde
Nesîmi Şah'ın mehdin okur şam ü seherde"
Hem hece, hem de aruz ölçüsüyle yazmıştır. Şiirleri Hurufilik, Caferilik ve
Haydariliğe olan ilgisini yansıtır.
"Ben ol sadık kulam ki Caferi'yem
Hakikat söylerem ben Haydari'yem"
Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal'ın etkisinde kaldığı, kimi şiirlerini
Seyyid Nesimi'ye nazire olarak yazdığı kabul edilir.
"Kul Nesimi sen seni
Mana bilir söylersin
Biz bir deniz geçeriz
Bir ummana benzemez"
* * *
"Şîşemi ben daşe çaldım Hakkı izhâr eyledim,
Andan ahvel ağrısa doğru nazarlar ağrımaz" [Seyyid Nesimi]
* * *
"Ben melâmet hırkasını kendim giydim eğnime
Ar ü namus şişesini taşa çaldım kime ne" [Kul Nesimi]
Bazı şiirlerinde ham sofuları eleştirir. Özellikle heceyle söylediği şiirleri özgün
ve yalın bir dil taşır. Nefesleri, Aleviler ve Bektaşiler arasında çok benimsenmiş,
bazıları ezgileriyle günümüze değin ulaşmıştır.


Kul Nesimî, uzun süre 1404'te Halep çarşısında derisi yüzülerek öldürülen Azeri
asıllı Hurufi şair Seyyid Nesîmî ile karıştırılmıştır. Kul Nesimî'nin ayrı bir şair olduğunu,
yaşamıyla ilgili bilgileri ve şiirlerini ilk kez bir kitapta (Kul Nesimi, 1969) toplayan Cahit
Öztelli ortaya koymuştur.








Ben yitirdim ben ararım
Yâr benimdir kime ne
Gâh giderim öz bağıma
Gül dererim kime ne


Gâh giderim medreseye
Ders okurum Hak için
Gâh giderim meyhaneye
Dem çekerim kime ne


Sofular haram demişler
Bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim
Günah benim kime ne


Ben melâmet hırkasını
Kendim giydim eğnime
Ar ü namus şişesini
Taşa çaldım kime ne


Sofular secde ederler
Mescidin mihrabına
Yâr eşiği secdegâhım
Yüz sürerim kime ne


Gâh çıkarım gökyüzüne
Hükmederim kaf'tan kaf'a
Gâh inerim yeryüzüne
Yâr severim kime ne


Kelp rakip böyle diyormuş
Güzel sevmek pek günah
Ben severim sevdiğimi
Günah benim kime ne


Nesimî'ye sordular li
Yârin ile hoş musun
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne






Kul Nesimi






Ben yitirdim ben ararım
Yâr benimdir kime ne
Gâh giderim öz bağıma
Gül dererim kime ne


Gâh giderim medreseye
Ders okurum Hak için
Gâh giderim meyhaneye
Dem çekerim kime ne


Sofular haram demişler
Bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim
Günah benim kime ne


Ben melâmet hırkasını
Kendim giydim eğnime
Ar ü namus şişesini
Taşa çaldım kime ne


Sofular secde ederler
Mescidin mihrabına
Yâr eşiği secdegâhım
Yüz sürerim kime ne


Gâh çıkarım gökyüzüne
Hükmederim kaf'tan kaf'a
Gâh inerim yeryüzüne
Yâr severim kime ne


Kelp rakip böyle diyormuş
Güzel sevmek pek günah
Ben severim sevdiğimi
Günah benim kime ne


Nesimî'ye sordular li
Yârin ile hoş musun
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne






Kul Nesimi




Gel beni ağlatma Şah'ım
Ben sana kullar olayım
Gel bana ceylân bakışlım
Ben sana kullar olayım


Bir gonca bülbülün idim
Geldim dalında ötmeye
Şânına ağlatma düşmez
Ben sana kullar olayım


Açtım zülfümü telinden
Zülüfün ucu mâh gibi
Kesip de yabana atma
Ben sana kullar olayım


Nesimî cân Nesimî
Derdime bir çâre kıl
Ezelden seni sevdim
Ben sana kullar olayım




Kul Nesimi






Şem'e düşen pervâneler
Gelsin bir hoşça yanalım
Aşka düşen divâneler
Gelsin bir hoşça yanalım


Yanmaktır bizim kârımız
Harcedelim hep varımız
Pervâneler yâranımız
Gelsin bir hoşça yanalım


Varım söylen şol bülbüle
Neden âşık olmuş güle
Ermek istersen ol Kül'e
Gelsin bir hoşça yanalım


Bülbül yuvan yıkıldı mı
Yavrun yere döküldü mü
Ölüm sana dokundu mu
Gelsin bir hoşça yanalım


Nesimî döğünsün taşlar
Akıtalım gözden yaşlar
Hak tariktir hey kardaşlar
Gelsin bir hoşça yanalım




Kul Nesimi




Uykudan uyanmış şahin bakışlım
Dedim sarhoş musun söyledi yok yok
Ak elleri elvan elvan kınalı
Dedim bayram mıdır söyledi yok yok


Dedim ne gülersin dedi nazımdır
Dedim kaşın mıdır dedi gözümdür
Dedim ay mı doğdu dedi yüzümdür
Dedim ver öpeyim söyledi yok yok


Dedim aydınlık var dedi aynımda
Dedim günahım çok dedi gönlümde
Dedim mehtap nedir dedi koynumda
Dedim ki göreyim söyledi yok yok


Dedim vatanım mı dedi ilimdir
Dedim bülbül müdür dedi gülümdür
Dedim Nesimî Şah dedi kulumdur
Dedim satar mısın söyledi yok yok






Kul Nesimi

KUL HİMMET

Aklım fikrim yâr eyledim ben bana
Öğüt verdim deli gönül almadı
Bir kileciği var almış eline
Dünyayı içine koydum dolmadı

Alması farz imiş sünnettir selâm
Hak nurdan yaratmış yaz dedi kalem
Bir çiçek yarattı ol Rabb'ül-âlem
Anı kokulayan mahrum kalmadı

Var bir pire eriş serseri gezme
Gözet gözün önün yolundan kalma
Değme bir dükkâna yükünü çözme
Bunda çok bazergân assı kalmadı

Gençlik yaza benzer kocalık güze
Yüreğim başlıdır dertlerim taze
Boynun eğ de hizmet eyle üstâza
Şeytan benlik ile menzil bulmadı

Kul Himmet'in deste gülü elinde
Daima zikreder Hakk'ı dilinde
Bir güzel sevmişim Hakk'ın yolunda
Hayali gönülden zail olmadı


Himmet


Dün gece seyrim içinde
Ben dedem Ali'yi gördüm
Eğildim niyaz eyledim
Düldül'ün nalını gördüm

Kanber'i durur sağında
Salınır cennet bağında
Ali, Musa Turdağı'nda
Ben dedem Ali'yi gördüm

Üç çerağ yanar şişede
Arslanlar gizli meşede
Yedi iklim dört köşede
Ben dedem Ali'yi gördüm

Yüce dağlar boran coşkun
Kul Himmet aşkına düşkün
Cümle meleklerden üstün
Ben dedem Ali'yi gördüm




Seyyah oldum şu âlemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkârımca okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

İki elim gitmez oldu yüzümden
Ah etikçe yaşlar gelir gözümden
Kusurumu gördüm kendi özümden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Bozuk şu dünyanın temeli bozuk
Tükendi daneler kalmadı yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kul Himet üstadım ummana dalam
Gidenler gelmedi bir haber alam
Abdal oldum şal giyindim bir zaman
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

PİR SULTAN ABDAL

16. yüzyılda Sivas'ta yaşamış, Alevi halk ozanıdır.

Yaşadığı dönemde, gücü elinde bulunduranlara boyun eğmeyip, ezilenlerin sesi olmuştur. 16. Yüzyıl sonlarında Osmanlı valisi Hızır Paşa'nın emri ile asılmıştır. Halkın sevgisi ile ölümsüzleşmiş, şiirleri yüzyıllara meydan okuyarak günümüze ulaşmıştır.

Pir Sultan'ın söyleyişi biçim olarak halk edebiyatı geleneklerine uygundur. Şiirlerinde divan edebiyatı etkileri hissedilmez. Türkçe'yi, döneminin konuşma dilinde, açık ve anlaşılır şekilde kullanmıştır. Pir Sultan Abdal'ın saz çaldığı biliniyor. Şiirlerini koşma şeklinde yazmıştır. 11’li hece ölçüsünde uyaklı dörtlükler şeklindeki bu söyleyiş, deyiş ve nefeslerle akılda kalıcı ezgilere ve türkülere dönüşmüştür. Ayrıca bu deyiş, nefes ve türküler, Pir Sultan şiirinin günümüze ulaşmasını sağlamışlardır.

Şiirlerinde Allah sevgisi, Hz. Ali ve Hz. Muhammed başlıca temalardır. Yine de Yunus Emre gibi tasavvuf merkezli bir söyleyişi yoktur. Somut yaşamsal sorunlar ve gerçeklikler, adalet, isyan, dostluk gibi konular şiirlerinde önemli yer tutar. Pir Sultan’ın halkın diliyle geliştirdiği bu sade ama özgün söyleyiş, kendinden sonra gelen pek çok ozanı etkilemiştir. Araştırmacılar 6 farklı Pir Sultan Abdal'dan bahsederler. Bu halk ozanları asıl Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinden yararlandıkları gibi, yeni şiirler de yazmışlardır. Yeni yazılanlarla asıl Pir Sultan Abdal'ın yazdıkları birbirlerinden kolay ayırt edilemeyecek ölçüde içiçe geçmiştir. Bu durum yazılı edebiyat için garipsenebilir. Ancak eskilerden yararlanma ve geleceğe birleşik bir ürün mirası bırakma, halk edebiyatının seyrinde doğal karşılanır. Geçen zamanda yazılan şiirler ve türküler, yayılan destanlar ve hikayeler Pir Sultan Abdal'ı bugüne taşımış ve Pir Sultan ABDAL geleneğini yaratmıştır.



PİR SULTAN'A SELAM
Anadolu halkının bağrında açılmış bir kızıl güldür Pir Sultan. Kişiliği, özü, sözü halkla öyle içten içe kaynaşmış ki, nerede kendisinin, nerede halkın dile geldiğini kestiremezsiniz. Halk öldürülen sevgilisini kendi soluğuyla diriltmiş, diline diller, sazına sazlar katmış yaşatmış, ölüsüne dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmış, sönmüş bir canı bin canla yeniden tutuşturmuş.
Şiirleri sağlıklarında yazıya geçmemiş eski halk şairlerimizden hiçbirinin hiçbir şiiri için, kendi ağzından çıktığı kesinlikle söylenemez. Ölümünden sonra halkın ağzından derlenmiş şiirlerde hangi sözlerin hangi sözlere katıldığını kestirebilmek için şairin kimliği, kişiliği üstüne su götürmez belgeler, tanıklıklar bulunması gerekir. Oysa, Yunus başta olmak üzere, bizim halk şairlerimizin kimlikleri, kişilikleri çok kez halkın ağzından derlenmiş şiirlerindeki ip uçlarından çıkarılmaktadır. Halk beğendiği bir şaire onun söylemeyeceği, söyleyemeyeceği sözleri kolay kolay söyletmez, söyletemez, orası doğru; ama benimsediği şair susturulmuş, sesini duyuramaz olmuşsa onun ağzından, onun gönlünce ve söyleyiş biçimiyle sözler yarattığı su götürmez bir gerçektir. Pir Sultan'ın darağacına giderken söylediklerini onun ağzından halkın söyletmiş olması daha akla yakındır. Ne kendisi o şiirleri saza uyduracak durumdadır, ne de Hızır Paşa o şiirlerin halka ulaşmasını sağlayacak adamdır. ''Söyleyene bakma, söyletene bak'' demekle bizim halkımız halk şairlerinin sırrını çözmüştür. Halk şairi gerçekten halkın şairi ise neyi kendisinin neyi halkın söylediğini hiçbir bilgin ayırt edemez. Şu dizeler üzerine düşünelim isterseniz: ''Ben Musa'yım, sen Firavun / İkrarsız şeytan-ı lain / Üçüncü ölmem bu hain / Pir Sultan ölür dirilir.'' Kendisini astırmış olan Hızır Paşa'ya bu sözleri Pir Sultan darağacına gider ayak mı yazıp ya da söyleyip halka ulaştırmanın bir yolunu bulmuştur? Kolay kolay inanılır bir şey değil bu. Oysa bu sözleri, Pir Sultan'ı Hızır Paşa'ya inat yüreğinde dirilten halkın söylemiş olması akla ve halk şiiri geleneklerine daha uygun. Ama kendi söylemeyip söyletmiş de olsa bu sözler yine de Pir Sultan'ın sayılır, çünkü onun kişiliği, düşünce ve söyleyişiyle dile gelmişlerdir, Pir Sultan'ı diriltmişlerdir.
Pir Sultan, Anadolu halkından kopmuş, köyün köylünün dilinden anlamaz olmuş, Arabın zemzem suyunu halkın alınterinden daha kutsal sayacak kadar yozlaşmış, çıkmaz yollara sapmış, çıkarcıların çamuruna saplanmış olan Osmanlı sarayına karşı bir başkaldırmaydı. Saray, Pir Sultan'ı astırıp, halkın kanıyla beslenen yobazları tutmasaydı, astığı astık, kestiği kestik bir imparatorluk kuramazdı, ama daha uyanık, daha insanca bir devlet olma yolunu bulabilir, halkından daha az kültürlü olmak ayıbından kurtulabilirdi.
Bizim halkımız ta Yunus Emre'den beri başına geçen devlet adamlarından daha uyanık olduğunu gösteregelmiştir. Uyanmaya engel olan yobazlığı hep saray beslemiş, oysa halk bütün şairleriyle yobazlara karşı amansız bir savaş açmıştır. Sarayın İstanbul ortasında kurduğu medreselerden bir tek ama bir tek yüzümüzü ağartacak insan yetişmemiş, ama halkın dağ başlarında, devletten yardım görmek şöyle dursun, devletin Hızır Paşa'ları eliyle asılmayı göze alarak yaşattığı tekkelerde, yoksulluğu ateşe ve ışığa çeviren ocaklarda, çağdaş insanlığa seslenen Pir Sultan'lar yetişmiştir.
Sabahattin EYUBOĞLU



THE ROUGH MAN ENTERED THE LOVER'S GARDEN
The rough man entered the lover's garden
It is woods now, my beautiful one, it is woods,
Gathering roses, he has broken their stems
They are dry now, my beautiful one, they are dry

In this square our hide is stretched
Blessed be, we saw our friend off to God
One day, too, black dust must cover us
We will rot, my beautiful one, we will rot

He himself reads and He also writes
God's holy hand has closed her crescent eyebrows
Your peers are wandering in Paradise
They are free, my beautiful one, they are free

Whatever religion you are, I'll worship it too
I will be torn off with you even the Day of Judgment
Bend for once, let me kiss you on your white neck
Just stay there for a moment, my beautiful one, just stay there

I'm Pir Sultan Abdal, I start from the root
I eat the kernel and throw out the evil weed
And weave from a thousand flowers to one hive honey
I am an honest bee, my beautiful one, an honest bee.


Pir Sultan ABDAL


Translaby Murat-Nemet NEJAT




AÇILIN KAPILAR ŞAHA GİDELİM
Hızır Paşa bizi berdar etmeden,
Açılın kapılar Şah'a gidelim,
Siyaset günleri gelip çatmadan,
Açılın kapılar Şah'a gidelim.

Bunda bilmeyeni bildirirler mi
Eli bağlı namaz kıldırırlar mı
Yoksa Şah diyeni öldürürler mi
Açılın kapılar Şah'a gidelim.

Aslımız Muhammet kıyman cellatlar
Üstümüzde bite davacı otlar
Ölüm allah emri ya eziyetler
Açılın kapılar Şah'a gidelim.

Her nereye baksam yolum dumandır
Pirim bana küfür etse imandır
Zincir boynum sıktı halim yamandır
Açılın kapılar Şah'a gidelim.

Sağlıklı mı ola dostun illeri
Karşıda görünen tozlu yolları
Şah'tan elçi gelmiş dem bülbülleri
Açılın kapılar Şah'a gidelim.

Güzel Şah'ım çıktı m'ola köşküne
Can dayanmaz gayretine müşkine
Seni beni Yaradan'ın aşkına
Açılın kapılar Şah'a gidelim.

Kapısı yok bacasından bakarım
Gözlerimden hasret yaşı dökerim
Şah'a giden bir bezirgan tutarım
Açılın kapılar Şah'a gidelim.

Pir Sultan Abdal'ım güzel şah canım
Ağlamaktır benim demim devranım
Arşta melek yerde çeşm-i efgânım
Açılın kapılar Şah'a gidelim.




AÇILIN ZİNDANLAR
Hızır Paşa bizi berdar eyledi
Kesti kollarımı kızak bağladı
İşiten muhipler hep kan ağladı
Açılın zindanlar pire gidelim

Kalenin kapısı taştan demirden
Yanlarım çürüdü yaştan yağmurdan
Bir kimsem de yok ki dellal çağırtam
Açılın zindanlar pire gidelim

Kalenin kapısı taştan çıkılmaz
Penceresi yüce Şah'a bakılmaz
Bir ben ölmeyinen cihan yıkılmaz
Açılın zindanlar pire gidelim

Çıkarım bakarım kale başına
Mümin müslim olan gider işine
Bir ben mi düşmüşüm can telaşına
Açılın zindanlar pire gidelim

İlimi sorarsan köyümdür Banaz
Yakılsın yıkılsın ol kanlı Sivas
Bir ben ölmeyinen cihan yıkılmaz
Açılın zindanlar pire gidelim

Pir Sultan Abdal'ım hey Hızır Paşa
Yazılanlar gelir sağ olan başa
Hasret koydun beni kavim kardaşa
Açılın zindanlar pire gidelim

AĞ GÜL İLE KIRMIZI GÜL
Cem-i çiçeklerin hası
Ağ gül ile kırmızı gül
Deli gönül eğlencesi
Ağ gül ile kırmızı gül

Demi demi şirin demi
Gelir geçer dünya gamı

Talip olmak pirindendir
İrenk almak gülündendir
Muhammed'in terindendir
Ağ gül ile kırmızı gül

Demi demi şirin demi
Gelir geçer dünya gamı

Pir Sultan'im ey gaziler
Alnımızda al yazılar
Talip de Pir'in arzular
Ağ gül ile kırmızı gül

Demi demi şirin demi
Gelir geçer dünya gamı



AĞLAMA GÖZLERİM MEVLA KERİMDİR
Gurbet elde bir hal geldi başıma, geldi başıma
Ağlama gözlerim Mevla Kerim'dir
Derman arar iken derde düş oldum
Ağlama gözlerim Mevla Kerim'dir

Huma kuşu yere düştü ölmedi, düştü ölmedi
Dünya Sultan Süleyman'a kalmadı
Dedim yare gidem nasip olmadı
Ağlama gözlerim Mevla Kerim'dir

Kağıda yazarlar ufak yazılar, ufak yazılar
Anasız olur mu körpe kuzular
Derdi yüreğinde olan sızılar
(Yürek acılıdır, ciğer sızılar)
Ağlama gözlerim Mevla Kerim'dir

Abdal Pir Sultan'ım böyle buyurdu, böyle buyurdu
Ayrılık donların biçti geydirdi
Ben ayrılmaz idim felek ayırdı
Ağlama gözlerim Mevla Kerim'dir


AH HÜSEYİN VAH HÜSEYİN
Alemlerin serverisin
Ah Hüseyin, vah Hüseyin
Şehitlerin serdarısın
Ah Hüseyin, vah Hüseyin

Hasan, Hüseyin'in yâri
Muhammed'in gözü nuru
Hem Ali'nin yadigârı
Ah Hüseyin, vah Hüseyin

Zuhur oldun İmam Zeynel
Muhammet Bakır'dan evvel
Didene yanayım gönül
Ah Hüseyin, vah Hüseyin

İmam Cafer'dir yârimiz
Musa-i Kâzım şahımız
Budur şems ile mahımız
Ah Hüseyin, vah Hüseyin

Ali Musa ilim hüner
Muhammet Taki el sunar
Hüseyin'im deyip yanar
Ah Hüseyin, vah Hüseyin

Ali Taki, Hasan Asker
Muhammet Mehdi ser-defter
İmam-ı Seyyid-i ekber
Ah Hüseyin, vah Hüseyin

Pir Sultan haber ver dosttan
Bülbül ötüyor kafesten
Hem gül ağlar, hem gülistan
Ah Hüseyin, vah Hüseyin




ALÇAKTA YÜKSEKTE
Alçakta yüksekte yatan erenler
Yetişin imdada aldı dert beni
Başımı alıp hangi yere gideyim
Gittiğim yerlerde buldu dert beni

Oturup benimle ibadet kıldı
Yalan söyledi de yüzüme güldü
Yalın kılıç olup üstüme geldi
Çaldı bölük bölük böldü dert beni

Üstümüzden gelen boran kış gibi
Yavru şahin pençesinde kuş gibi
Seher çağı bir korkulu düş gibi
Çağırta çağırta aldı dert beni

Abdal Pir Sultan'ım gönlüm hastadır
Kimseye diyemem gönlüm yastadır
Bilmem deli oldu bilmem ustadır
Şöyle bir sevdaya saldı dert beni



ALİ ALİ DER DE DÖNERSİN
Ali Ali der de dönersin dolap
Ne inlersin dolap derdin nerende
Yârdan mı ayrıldın yoksa ilinden
Ne inlersin dolap derdin nerende

Dolap Hak dedi de indi ırmağa
İmamlara cehd etti su vermeğe
Muhammed'in hub cemalin görmeğe
Ne inlersin dolap derdin nerende

Sana bir ustanın eli mi değdi
Yoksa bir hoyratın dili mi değdi
Yaz bahar ayının seli mi değdi
Ne inlersin dolap derdin nerende

Kim kesti getirdi seni yerinden
Dağlar taşlar inileşir zarından
Seni kim ayırdı nazlı yarından
Ne inlersin dolap derdin nerende

Sana durma dön mü dedi üstadın
Dağı taşı yıkar senin feryadın
Dönerken taşı mı deldi hoyradın
Ne inlersin dolap derdin nerende

Böyle m'olur aşık hali ahvali
Vardı gamzelerin ırganur dalı
Şimdi sema döner Urum abdalı
Ne inlersin dolap derdin nerende

Pir Sultan Abdal'ım aşka mı uydun
Yoksa nazlı yardan haber mi duydun
Yardan mı ayrıldın ne idi derdin
Ne inlersin dolap derdin nerende


ALİ YAR SEMAHI
Yas-ı matem günü derdim yeniler
Yârin sesi kulağımda çınılar
Sordum ki dağlara niçin iniler
Dedi çekticeğim karın elinden

Varıp bir pir ile pazar edersin
Oturup da ikrarını güdersin
Sordum garip bülbül niçin Ötersin
Dedi çekticeğim harın elinden

Ser çeşmeden gelir suyun durusu
Nasibimiz verir pirin birisi
Dedim Pir Sultan' im benzim sarısı
Dedi çekticeğim yârin elinden


Pir Sultan ABDAL
ALİ'M NE YATARSIN
Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi
Korular kalmadı kara yurt oldu
Ali'm ne yatarsın günlerim geldi

Sancak gele gele Kazova'ya dikile
Münafık başına taşlar döküle
Mümin olan da hakka çekile
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi

Kızılırmak gibi bendinden boşan
Hama'dan Mardin'den Sivas'a döşen
Düldül eğerlendi zülfikar kuşan
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi

Sene tekmil olduğunu bildiler
Yezit münafık gömleğin giydiler
Kasdeyleyüb imamlara kıydılar
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi

Abdal Pir Sultan'ım bu sözüm haktır
Vallahi sözümün hatası yoktur
Şimdiki sofunun yezidi çoktur
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi


ALİ'NİN DÜLDÜL'ÜN BİN DE GÖREYİM
Ali'm gelir diye karşı giderler
Ali'nin Düldül'ün bin de göreyim
Bindiği Düldül'ün mehdin ederler
Ali'nin Düldül'ün bin de göreyim

Ayağına altın nallar çaktırmış
Gözlerine yeşil sürme çektirmiş
Üzengisin cevahirden yaptırmış
Ali'nin Düldül'ün bin de göreyim

Kuduretten gem vurulmuş başına
Lezzet vermiş dudağına dişine
Bir nur doğmuş eğerinin kaşına
Ali'nin Düldül'ün bin de göreyim

Üstüne binersen yükseğe basar
Bir dizgin eylesen yel gibi eser
Nice kafirlerin kellesin keser
Ali'nin Düldül'ün bin de göreyim

Pir Sultan Abdal'ım dengi bulunmaz
Bin konaklık yere gitse yorulmaz
Kısmet olsa havalarda görünmez
Ali'nin Düldül'ün bin de göreyim



ALİ'NİN SIRRINA EREBİLİRSEN
Muhammet Ali'nin kurduğu yoldur
Ak üstünde kara seçebilirsen
Gönülden itikat söyleyen dildir
Ali'nin sırrına erebilirsen

Erenler der seni ceme katarlar
Kötü amellerin taşra atarlar
Bir gün yularından tutup çekerler
Çektikleri yere varabilirsen

Erenler seni de ceme götürür
Kalmış işlerini anda bitirir
Gördüm Hak evinde mihman oturur
Mihmanm gözüyle gö'rebİlirsen

Aslı mervan olan ummana dalmaz
Küfre meyledende aşıklık olmaz
Müminin suali ahrete kalmaz
Dünyada cevabın verebilirsen

Pir Sultan Abdal'ım gonca gül olur
Dört kapıdan sana daim gel olur
Dünyadan ahrete doğru yol olur
Verdiğin ikrarda durabilirsen



ALLAH ALLAH DESEM GELSEM
Allah Allah desem gelsem
Hakkın dîvanına dursam
Ben bir yanıl alma olsam
Dalında bitsem ne dersin

Sen bir yanıl elma olsan
Dalımda bitmeye gelsen
Ben bir gümüş çövmen olsam
Çeksem indirsem ne dersin

Sen bir gümüş çövmen olsan
Çekip indirmeye gelsen
Ben bir avuç çavdar olsam
Yere saçılsam ne dersin

Sen bir avuç çavdar olsan
Yere saçılmaya gelsen
Ben bir güzel keklik olsam
Bir bir toplasam ne dersin

Sen bir güzel keklik olsan
Bir bir toplamaya gelsen
Ben bir yavru şahin olsam
Kapsam kaldırsam ne dersin

Sen bir yavru şahin olsan
Kapıp kaldırmaya gelsen
Ben bir sulu sepken olsam
Kanadın kırsam ne dersin

Sen bir sulu sepken olsan
Kanadım kırmaya gelsen
Ben bir deli poyraz olsam
Tepsem dağıtsam ne dersin

Sen bir deli poyraz olsan
Tepip dağıtmaya gelsen
Ben bir ulu hasta olsam
Yoluna yatsam ne dersin

Sen bir ulu hasta olsan
Yoluma yatmaya gelsen
Ben bir can alıcı olsam
Canını alsam ne dersin

Sen bir can alıcı olsan
Canımı almaya geİsen
Ben bir cennetlik kul olsam
Cennete girsem ne dersin

Sen bir cennetlik kul olsan
Cennete girmeye gelsen
Pir Sultan üstadın bulsan
Bilecek girsek ne dersin


ASLI NEDİR
Güzel Şah'ım çok yerlerden görünür
Aslı nedir neye verdin Bağdad'ı
Şahım birdir binbir dona bürünür
Aslı nedir neye verdin Bağdad'ı

Eremedim ben bu sırrın aslına
Yazık değil mi müminle müslime
Getirin Mervan'ı Bağdad üstüne
Aslı nedir neye verdin Bağdad'ı

Yok mu bunda erenlerin yardımı
Ne çekersin bu cefanın derdini
Yiğitlere ardır vermek yurdunu
Ah Hünkar'ım neye verdin Bağdad'ı

Geldi Mervan hendekleri doldurdu
Kırdı Hurmalığı aldı Bağdad'ı
Çığrışıp geliyor yeşil ördeği
Aslı nedir neye verdin Bağdad'ı

Pir Sultan'im der ki üçler yediler
Kırklar da bu demde hazır idiler
Bağdad'ı Basra'yı verdi dediler
Aslı nedir neye verdin Bağdad'ı




AYRILIK DERDİNİN DERMANI NEDİR
Uğrum sıra giden Boz Atlı Hızır
Ayrılık derdinin dermanı nedir
Şu iki aleme olmuşsun nazır
Ayrılık derdinin dermanı nedir

Sığanmıştır ağca kolda bilekler
Hak katında kabul olsun dilekler
Arş yüzünde secde kılan melekler
Ayrılık derdinin dermanı nedir

Küseyim de ben yârime küseyim
Siyah zülfün mah yüzüne asayım
Kerbela'da yatan İmam Hüseyin
Ayrılık derdinin dermanı nedir

Hani şu dünyanın toprağı taşı
Akıttım gözümden kan ile yaşı
Urum illerimin Hacı Bektaş'ı
Ayrılık derdinin dermanı nedir

Ak saya giyinmiş incedir beli
Ben pirimi gördüm tatlıdır dili
Tanrı'nın arslanı Hazret-i Ali
Ayrılık derdinin dermanı nedir

Gıcılar da dağlar başı gıcılar
Çıkmaz oldu içerimden acılar
Arafat Dağı'ndan gelen hacılar
Ayrılık derdinin dermanı nedir

Dünyayı sorarsan bir dipsiz anbar
Ali'nin yoldaşı Zülfikar Kanber
Kabe'yi yaptıran Halil Peygamber
Ayrılık derdinin dermanı nedir

Deryanın yüzünde dönen üç gemi
Yiyelim içelim sürelim demi
Geminin sahibi ol Hızır Nebi
Ayrılık derdinin dermanı nedir

Pir Sultan Abdal'ım içtim cür'adan
Okudum ağını bilmem karadan
Yeri göğü cüml'alemi yaradan
Ayrılık derdinin dermanı nedir



AYRILMAM KATARDAN
Şah'a giden ben bir bezirgan gördüm
Ayrılmam katardan ben şimden geri
Hemen tutmuş hakikatin yolunu
Ayrılmam katardan ben şimden geri

Bezirgan yükünü nereden tutmuş
Ona hizmet eden dergâha yetmiş
Sevdiğim sılada bir oda tutmuş
Ayrılmam katardan ben şimden geri

Bezirganın yükü la'l ile gevher
Ana kar mı kılar harami dafer
Bezirganlar başı ol Cafer
Ayrılmam katardan ben şimden geri

Bezirganın yükü nereye gider
Uğramaz Sırat'a Mirac'a gider
Bezirgan başıdır Şah Gani Haydar
Ayrılmam katardan ben şimden geri

Bezirganın yükü ilm-i hamail
Doğru işleyene Hak ola kail
Bezirgan başıdır ahir Cebrail
Ayrılmam katardan ben şimden geri

Deryalar bekçisi dağlara nazır
Her nerde çağırsan orada hazır
Bezirgan başıdır Boz Atlı Hızır
Ayrılmam katardan ben şimden geri

Pir Sultan Abdal'ım aşıkı çoklar
Hiç kardaş bulmamış kend'özün yoklar
Korktuğumuz yerden Yaradan saklar
Ayrılmam katardan ben şimden geri



AZİZİM SULTANIM SEN SAFA GELDİN
Kaynat muhabbetin kazanın kaynat
Bir nasihat eyle dostlara dinlet
Gevher deryasında gevher al da sat
Azizim sultanım sen safa geldin

Sohbette hezaran muhabbet açar
Mümin kullarına Hak rahmet saçar
Yâri olan yârinden geçer
Azizim sultanım sen safa geldin

Yâri olan arar yârini bulur
Eser bad-ı saba gönlüm de farır
Yükün katerlenmiş Nevruz'dan gelir
Azizim sultanım sen safa geldin

Abdal olan giyer hırkayı şalı
Yar için çekeriz ah ile zarı
Er irfan ceminde süreriz demi
Azizim sultanım sen safa geldin

Pir Sultan Abdal'ım ağladım güldüm
Yardan ayrılalı dar halde kaldım
Çok şükürler olsun cemalin gördüm
Azizim sultanım sen safa geldin


BANA BİR YAR OLSA
Bana bir yâr olsa gönül verdiğim
Çıksa bari yüreğimden bu acı
Yâresin bekleyip ahdin güttüğüm
Bulunsa bir sınık yâre sancı

Yârinden ayrılan hiç gülmez imiş
Akar çeşmi yaşı silinmez imiş
Kişinin dediği olunmaz imiş
Salar imiş her yanına satıcı

Aşk elinden ciğerciğim delindi
Gönlün kal dediği yerde kalındı
Her nerede olsa bize bulundu
Gıybet edip yüzümüze gülücü

Nice bezirganlar kondu bu hana
Dünya baki değil sultana hana
Bir kalleş yâr ile girme meydana
Erin ere doğru gerek kılıcı

Pir Sultan Abdal'ım coştum giderim
Bir kuru kavgayı sürüp niderim
Yiyelim içelim sohbet edelim
Gelir bir gün emanetin alıcı



BANA MEDET SENDEN OLUR
Bana medet senden olur efendim
Aşılmaz dağların dost ardında kaldım
Eller dosta doğru çeker göçünü
Elsiz viranede çöllerde kaldım

Sana derim sana ey kaşı kare
Artıyor eksilmez dost sinemde yâre
Bir aşinam yok ki halımı sora
Yalanh doianlı dillerde kaldım

Sabahtan sabahtan semah tutarım
Dosta kadar gider oy benim katarım
Baykuş gibi viranede öterim
Gel gör ne perişan hallerde kaldım

Pir Sultan Abdal'ım ben de gülmedim
Aradım derdime dost derman bulmadım
Yol nereden gelir gider bilmedim
Kesildi kervanım bellerde kaldım



BE HEY ACAYİP ADAM
Be hey acayip âdem
öldüğünü bilemezsin
Korlar bir karanlık dama
Kapı baca bulamazsın

Yağmur yağar yeller eser
Mezarı başına yıkar
Seksen bin canavar sıkar
Hiç birine vuramazsın

Gel bu öğüdü al benden
Yarın fırsat gider elden
Hak saklasın cehennemden
Karanlıktır çıkamazsın

Yer pamuk olur atılır
Cümle deryalar katılır
Dilin damağın tutulur
Doğru cevap veremezsin

Pir Sultan'ım der ki deli
Elden koymaz doğru yolu
Ne yanarsın dünya malı
Birin alıp gidemezsin


BE SEVDİĞİM
Be sevdiğim seni benden ayıran
Din iman bulmaya diyelim Allah
Şu sinemi aşk oduna dağlayan
Bekası olmayan diyelim Allah

Bir münafık sebep oldu bu işe
Umarım başına hem taşlar düşe
Kör yılanlar ura cesedi şişe
Eriye döküle diyelim Allah

O da benim gibi yana kuruya
Kısmeti tükene başı çürüye
Seyit Vakkas bir ok ura devire
Cennet'e girmeye diyelim Allah

Allah anı bin bir belaya ata
Kısmeti tükene vadesi yete
Yetmiş seksen sene döşekte yata
Yata da kalkmaya diyelim Allah

Pir Sultan Abdal'ım almadım hızaz
O kelp rakip bize eyledi garaz
Başka dertten gayrı bin kantar maraz
Gire de çıkmaya diyelim Allah






BEN DE BU DÜNYAYA
Ben de bu dünyaya geldim giderim
Döner çiftim ağır harmanım mı var
Bu dünya dolusu malı n'ederim
Hesabın vermeğe fermanım mı var

Bu malın hesabın bizden alırlar
Anın için el çekmiştir veliler
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var

Yitir bu hileyi gönlünden yitir
Tamam eyle eksik yerlerin bitir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim götürecek dermanım mı var

Dükkan açmış bir müşteri ararsın
Gelene geçene haber sorarsın
Bana ağır ağır minnet m'edersin
Felek sende demim devranım mı var

Pir Sultan Abdal'ım derdim dökerler
Ağu oldu yediğimiz şekerler
Güzel sevdik diye ahım çekerler
Benim Hak'tan özge cananım mı var

BEN DE ŞU DÜNYAYA
Ben de şu dünyaya geldim geleli
Emaneten bir don giymişe döndüm
Sahibi çıktı da elimden aldı
Koru yerde koyun yaymışa döndüm

O yar geldi geçti geri bakmadı
Hendekler kazdırdım sular akmadı
Çok yuva bekledim cücük çıkmadı
Boş yuva beklemiş yoz kuşa döndüm

Ben de erler meclisinde eğlendim
Farzı kıldım sünnetinde bağlandım
Dünya kumar imiş geldim ütüldüm
Kendi hayaline dalmışa döndüm

Pir Sultan Abdal'ım bu dünya fâni
Baştan başa kim sürdü bu devranı
Yârin bir çift sözü üşüttü beni
Yüce dağ başında buymuşa döndüm


BEN HAK'KIN EDNA KULUYUM
Ben Hak'kın edna kuluyum
Kem damarlardan beriyim
Ayîn-i cemin bülbülüyüm
Meydana ötmeye geldim

Hudey hudey Şah aşkına
Hak yardım etsin düşküne
Hudey hudey Pir aşkına
Hak yardım etsin düşküne

Bir nefescik söyleyeyim
Dinlemezsen neyleyeyim
Aşk deryasını boylayayım
Ummana dalmaya geldim

Pir Sultan'ım yer yüzünde
Hata var mıdır sözümde
Eksiğim kendi özümde
Darına durmaya geldim

KÖROĞLU

BENDEN SELAM OLSUN BOLU BEYİNE


Benden selam olsun Bolu beyine
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından gürzün sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir

Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icad oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır

Köroğlu düşer mi yine şanından
Ayırır çoğunu er meydanından
Kır-At köpüğünden düşman kanından
Çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır




KÖROĞLU


Türk Edebiyatında Köroğlu iki kimlikle karşımıza çıkar. Sazşairi ve hikâye kahramanı olarak Köroğlu destanının kahramanı Ruşen Ali gözlerine mil çekilen babasının intikamını almak; halkı ezen, sömüren beyleri cezalandırmak ve varsılları, bezirganları soyup topladığı parayı, malı yoksullara dağıtmak amacıyla dağa çıkar. Hikâyelerden öğrendiğimize göre, bir can yoldaşına gerek duyduğundan önce Ayvaz'ı kaçırır, sonra da başına toplanan adamlarla Çamlıbel'e yerleşir: "Gel haberi nerden verek? Çamlıbel'den, Çardaklıgöl'den, Köroğlu Hüruşan Ali'den. Bu Köroğlu denilen kendisi bir adamdı, fakat 366 beyi var idi, 700 deli atlısı var idi. Herhangi bir kola hücum etmek dilerdiyse, tavuk cücüğünden, beşik kundağından kimse kalmazdı."

Köroğlu hikayelerinde Çamlıbel, eşkiyaların sığındığı bir dağbaşı değil, neredeyse bir kent gibi tasvir edilir. Burası, Köroğlu ve beyle¬rinin bağımsız bir cumhuriyetidir sanki. Bu cumhuriyetin halkını 366 kolbeyi ve 700 atlıyla onların çoluk çocuğu, ayrıca seyisler, uşaklar oluşturur Tavlaları, köşkleri, sık sık uğrayan ve uzun süre kalan âşıkları, gelip geçici konuklarıyla sosyal adaletin egemen olduğu bir yerdir Çamlıbel. Soygunlardan sağlanan gelirler, varsıllardan alman haraçlar paylaşılır, yemek bir kazanda pişer. Köroğlu yoksulların koruyucusu haksızlıkların, zulmün düşmanıdır. Ama halkı soyuyor diye padişaha arzuhal gönderilir zaman zaman. Oysa bunu yapan Köroğlu değildir: "Çünkü: meşhur bir cevaptır ki, kurdun adı çıkmış, tilki dünyayı yıkmış Bir kerre Köroğlu nam takınıp dağlarda harami¬lik ediyor. (Çünkü Köroğlu fukaraya dokunmazdı. Bunlar Köroğlu'nu lekelediler."

Asıl üstünde durulması gereken nokta, halkın yaratıcı düşgücünün ürünü olan destansı kahraman Köroğlu'nun, ilk Celâlî beylerin¬den biri olması, bu adda bir eşkıyanın yaşadığının belgelerle kanıtlanmış bulunmasıdır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Başvekâlet Arşivi'ndeki araştırmaları sırasında rastladığı, Pertev Naili Boratav'ın kopye ettirip açıkladığı belge şudur:

"Bolu Beyine ve Gerede kadısına hüküm ki:

Sen ki kadısın, südde-i saadetime mektup gönderip kaza-yı mezbura (adı geçen kazaya) tâbi Hayalık nam karyede (köyü) Köroğlu demekte maruf kimesne daima evler basıp ve iki nefer kimesneyi mecruh edip ve bir emred (tüysüz) oğlan çekip deflatla ele geçirilmek ikdam olundukta ehl-i vilâyet anda âciz olmuşlardı." (Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği 1946).

Ayrıca, H. 988 M. 1580 tarihini taşıyan bu hükümden başka Mustafa Akdağ'ın bulduğu iki hükümde de aynı talihlerde Bolu-Gerede arasında eşkıyaya baş olmuş Köroğlu Ruşen ve arkadaşları-cezalandırılması isteniyor. İçel beyine yazılan üçüncü bir hükümde ise (1602-1604) o yörede baş kaldıran bir sancak beyine katılmış Celâlîler arasında Köroğlu'nun da adı geçiyor.

XII. yüzyıl tarihçilerinden Tebrizli - Arakel'in Ermeni Tarihi'nde Celâliler arasında adını andığı Köroğlu'nun yaşadığı böylece tarihsel belgelerle de kanıtlanmış oluyor. Efsaneyle gerçeğin birleştiği nokta, Bolu tarafında zuhur eden Köroğlu'nun bir Celâlî olduğu, geniş bir alanda eyleme geçtiğidir. Kuşkusuz halkın gönlünde yaşayan ve bir destanın inalı olan Köroğlu bir eşkıyadan çok bir kahramandır. Ama hikâyeye geçmeden önce sazşairi Köroğlu'ndan da söz etmek gereki¬yor.

Bilindiği gibi halk hikâyesinde göze çarpan en önemli özellik, anlatanın olayı yer yer şiirlerle süslemesidir. Hikâyeyi düzen âşık konunun gidişine uygun olarak serpiştirir bu şiirleri. Hikâyenin en az değişen yanı da şiir bölümleridir. Genellikle bu şiirler, hikâyeye konu olan kişinin —bu kişi bir âşıktır— şiirleridir. Aktarda aklanla küçük değişikliklere uğrasa, ekler yapılsa da hikâyenin ilk çıkışı şiir bölümlerinden saptanabilir. Burada karşımıza çıkan sorun şudur: Hikayelerdeki şiirlerin hepsi Köroğlu'nun mudur? Bu Celâli beyi sık sık sazını eline alıp duygularını dile getiren bir âşık olarak anlatıldı¬ğına göre sazşairi Köroğlu'nun varlığını kanıtlayan başka şiirler var mıdır? Varsa, sazşairi Köroğlu ile destanlaşan Köroğlu arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir?

Ahmet Kutsi Tecer'in bulup yayımladığı iki şiirden Özdemiroğlu Osman Paşa'nın İran seferine katılan (H. 985/M. 1577) Köroğlu adlı bir sazşairinin yaşadığını biliyoruz. Bu şiirlerden,
Osman Paşa eydür devletli! hünkâr
İnşallah sultanım Şirvan bizümdür ,
Sen himmet eyle inâyet Allahtan
Mürvet Ali'nindir meydan bizümdür

dörtlüğüyle başlayanında Osman Paşa'nın Tebriz'i fethedişi (H. 992/M. 1584).
Osman Paşa Tebriz'de(e) ölür ölünce
Malın teslim eylen Sultan Murad'a
Biribirin yoldu arşın yüzünde
Zarım teslim eylen Sultan Murad'a
dörtlüğüyle başlayanında ise onun Tebriz'de ölüşü (H. 993/M 1585) dile getirilmektedir.

Ayrıca Evliya Çelebi, IV. Mehmed'in Anadolu Celâlîlerini sindir¬mek için çıktığı seferde (1658) İznik gölü çevresinde karargâh kuru¬lup Celâlîlerin boynu vurulduğu sırada huzura getirilen Itâkî adlı saz şairinden söz ederken Köroğlu'nun da adını anar (seyahatname, c. V.) Evliya Çelebi'ye göre Anadolu'nun kuzeybatısındaki Celâlîlerden olan Köroğlu çöğür çalıp şiir düzen bir saz şairidir.

Bütün bunlar, saz şairi Köroğlu ile Celâli Köroğlu'nun aynı kişi olduğunu gösteriyor. Ama burada asıl vurgulanması gereken şudur: Halkın düşgücü, Köroğlu ister bir Celâli beyi ister bir saz şairi olsun, halkla yönetici sınıf farklılaşmasını doğuran feodal ilişkilerin belir¬ginleştiği, zulmün, haksızlığın kol gezdiği, toplumsal kargaşalığın egemen olduğu bir dönemde,, sözlü gelenekten de yararlanarak onun kişiliğinde eşitliği, adaleti sağlayan, ezilenlerden yana destansı bir kahraman yaratmıştır.

Nitekim, Köroğlu hikâyelerinin ana motifi olan "gözleri kör edilmiş bir adamın oğlunun kahramanlığı" motifi ta İskitler'den başlaya¬rak (M. Ö. V. ve FV. yüzyıllar) destansı tarihlerde yer alır. Sonraki yüzyıllarda, özellikle Kafkasya'da yaşayan kavimlerin folklorunda aynı motife değişik biçimde rastlanır. Gürcülerin destansı kahramanı Amiran, gözü bir dev tarafından çıkarılmış İsman'ın oğulluğudur. Ermeni vassal'ı Arsak, bir at yüzünden gözü kör edilen Ermeni kralı Tiran'ın oğludur. Ama Anadolu'daki Köroğlu hikâyeleri, biçimsel benzerliklere rastlansa da öz olarak bu rivayetlerden ayrılır: Kahramanın kişiliğinde görülür temeldeki bu ayrılık, Boratav'ın 21 kolunu saptadığı, "Anadolu ve Anadolu-dışı bütün anlatmalarda, sadece kolların adlarına" dayanarak 34'ü bulduğunu söylediği Köroğlu hikayelerinin hepsinde, haksızlığa baş kaldıran bir kahra'mandır Köroğlu.

Halk Şiiri Antolojisi
Burhan GÜNEŞ, İlke Kitabevi Yayınları, 1996
KÖROĞLU'NUN KİMLİĞİ
Onaltıncı yüzyıllın sonlarına doğru, Kafkas'lardan Rumeli'ye kadar, ünü bütün Osmanlı ülkesine yayılan Köroğlu, bir edebiyat tarihçisine göre hem eşkiya, hem de hece vezniyle şiirler söyleyen bir halk ozanı. Osmanlı toplumunu inceleyen bir bilimadamına göre sadece bir '' Celali ''. Ben Köroğlu'ndan kalanları yanlız kalanları değil, bugün yaşayıp gidenleri de halkımızdan, hikayeci halk ozanlarımızdan öğrendim. Halkımız, hikayeci halk ozanlarımız gibi yaşadım Köroğlu'nu. Bu nedenlerle de Köroğlu olayına yaklaşımım, bir edebiyat tarihçisi ya da bir bilimadamının yaklaşımından farklı oldu. Türkü metinlerinden, anlatılan hikayelerden ve bu türkülü hikayeleri dinleyen halkın davranışlarından edindiğim izlenim şu: Halkımıza göre Köroğlu, zalime başkaldıran, yaşlılara zayıflara dokunmamayı, tamahkar zenginlerle uğraşmayı, dertlilerin derdine bakmayı öğütleyen yiğit bir kişi. Bir destan kahramanı. Kavuşturan kurtaran esirgeyen Kırat motifi ile, kökleri çok daha gerilere giden bazı efsanelerle, ''Celali Köroğlu Ruşen'' ve ''Celali Kiziroğlu Mustafa Bey'' gibi bazı gerçeklerin, daha da Allah bilir nelerin, ne özlemlerin karışarak oluşturduğu bir destan. Bütün destanlarda olduğu gibi de, her şey olumlu ya da olumsuz yönde abartmalı. Halk bu Köroğlu türkülerini, Köroğlu hikayelerini dinlerken yürekleniyor. Bir kurtarıcı bulmuşçasına rahatlıyor. Düğünlerde derneklerde Köroğlu havaları, marşların gördüğü işi görüyor. Köroğlu'nun kimliğinden de, kişiliğinden de ben bu toplum olayını anlıyorum. Asıl Köroğlu gerçeği bu bence. Yunus Beyin ya da seyis Yusuf'un oğlu Ruşen Ali'nin bireysel kişiliği de, bireysel kimliği de beni ilgilendirmiyor.
Halk gibi, hikayeci halk ozanları gibi, Köroğlu'na ben de kendimi, kendi özlemlerimi katarak söyledim. Yiğit, duyarlı insan bir Köroğlu düşündüm.
Ruhi SU