Bu Blogda Ara

31 Mart 2011 Perşembe

ŞÜKRÜ ERBAŞ Yaşamı ŞİİRLERİ

YAŞAMI (kısa)
7 Eylül 1953 tarihinde Yozgat'ta doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Yozgat'ta yaptı. Ankara'da Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilimler Bölümü'nden mezun oldu (1978). Toprak Mahsulleri Ofisi'nde memurluk, yöneticilik yaptı ve bu kurumdan emekli oldu.

1984 yılında Yarın dergisi yazı kurulunda görev yaptı. Edebiyatçılar Derneği'nde yöneticilik yaptı.

ESERLERİ                     

Küçük Acılar (1984)
Aykırı Yaşamak (Küçük Acılar'la birlikte, 1985)
Yolculuk (1986)
Kimliksiz Değişim (1992)
İyimser ve Kederli (1994)
Bütün Mevsimler Güz (1994)
Dicle Üstü Ay Bulanık (1995)
Kül Uzun Sürer (1996)
Seçme Şiirler (1999)
Bir Gün Ölümden Önce (1999)
Derin Kesik (1999)
Üç Nokta Beş Harf (2001)


ÖDÜLLERİ

1987 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü
1996 Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü
2002 Ahmed Arif Şiir Ödülü


ŞİİRLERİ

ACI İLİŞKİ                                                                      


Sevgilim,
Bir ülke senin gövden kadar masum olsaydı
Bir tek anne oğlunu devletten sormazdı...




1996






ŞÜKRÜ ERBAŞ



AĞARAN BİR SUYUM


Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel

Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü
Sular daha soğuk rüzgâr daha serin

Eskiden her konuda konuşurdum istekle
Bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi

Büyük yapılar ışıklı çarşılar bitti
Ara sokaklara salaş kahvelere gidiyorum

Kurtulmak için çırpındığım çocukluğu
Yeniden öğreniyorum çocuklardan şaşarak

Bütün sesler çın çın bir yalnızlık oluyor
İçimden geçenleri söyledim sanıyorum

Birisi bir şarkı söylemesin kederle
Tenimde bir titreme kirpiklerimde buğu

Kısa söz basit eşya kedi sevgisi
Aktıkça ağaran bir suyum zamanın ırmağında

Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar daha güzel kadınlar daha uzak...

ŞÜKRÜ ERBAŞ




AYKIRI YAŞAMAK


Geriye bakarak yanıtlıyoruz birbirimizi
Bir destek aranır bir güç alırcasına
Dönerek ikide bir anıların ülkesine..
Alnımızı gererek konuşuyoruz, kaşlarımızı
Bir ince eğimle siper edip bakışlarımıza
Çok iyi bildiğimiz bir duyguyu
- O biraz yenilgiye biraz ezikliğe benzer
Ortak yaşadığımız sızım sızım -
Saklamaya çalışıyoruz birbirimizden.


Uzun uzun susuyoruz sözün kıyılarında
Hangi kapıyı aralasak bir uzaklık esiyor
Hiçbir düşünceyi sonuna dek götüremiyoruz.
- Böyle belirlenmiş sınırlar içinde
Bir iç denetimle, bir dış denetimle
Konuşmasak da eski tadını yitirdi -
Düşler kuruyoruz yeniden gelecek üzerine
Kaldırıp kirpiklerimizi ayak uçlarımızdan
Dağlara bakıyoruz, ufuklara, bulutlara
- Ah, o insan yüreğinin değişmeyen tutkusu -


Bir güncel sesle sonra, çirkin ve çiğ
Bir kirli görüntüyle hayata ilişkin
Dönüyoruz gerçeğin o kalın çizgisine..
Yeni yeni yaşamlar kuruyoruz ödünler vererek
Aklımızda yüzlerce geçerli açıklama:
"Yaşamak zorundayız nasılsa, iyidir
Hiç yoktan var olmak" adına
Karşı çıktığımız ne varsa yapıyoruz hepsini.
Bir kan pıhtısı gibi yarada kuruyan
Binlerce uyuşturucu merhemle donuyor kalbinizde
Anılar inançlar incelikler düşler..

ŞÜKRÜ ERBAŞ


DENİZİN AYRICALIĞI                                                   


Kül uzun sürer, demiştim
Yenilgisini kutsayan bir sesle
Yalnız benim gördüğüm bir uzaklığa bakarak.
İstanbul'u insanın evi yapan
Bir yakınlıktı gövden ve sözlerin
Ihlamur yapraklarından gamzeler alan
Ellerin binlerce göldü masada.

Gölgesi uzun bir yoldan gelmiştim.
Polis çemberinde kaybolmuş caddeler
Yalnız kendi suretini soluyan odalar...
Ne suların aktığı yer, ne rüzgârın ülkesi
Herkes bir yerinden örtüyordu güneşi.
Sesinde denizin büyük ayrıcalığı
Sen bir başka uzaklığa bakarak konuşuyordun:
"Düşü olmayanın yenilgisi de olmaz
Yaşadığı her şey dokurken ömrünü
Pişmanlık insanın kendine kötü bir oyunu."

Gözlerin mi düşlerim mi bilmiyorum
Masmavi büyüyor bozkır geldiğimden beri...

ŞÜKRÜ ERBAŞ





KAR YAĞIŞI                                                                                
                                                                                                         

Yalnızlığın sesinden bir resim yaptım
Karanlık kalabalıklardan süzdüm ışığını.
Akşamüstleriyle boyadım vazgeçen ağzını
Parmaklarını uzattım gece suları gibi ıssız
Salkımsöğütlerden bir beden çizdim usul
Hiçbir rüzgârın duruşunu bozamadığı
Bütün yağmurları topladım yapraklarına.
Sonra tüm yolcuların silindiği bir ufuk
Örttüm kâkülleriyle alnının üşümesini.
Puhu kuşlarının avazını yerleştirdim
dudaklarına
Uzanıp uzanıp öptüm sonra acıyla.
Gözlerini kapalı çizdim görmesinler diye
kimseyi
Madem görmeyecekler bundan sonra beni.
Astım saçlarından odamın boşluğuna...


Uzun sustum, ey durmadan konuşanlar
Geçmedi üşümem
Ben bir aşkın kar yağışından geliyorum...
ŞÜKRÜ ERBAŞ

KİMSE TEMİZİM DEMESİN


Sonra onlar çılgınlık bitip
Sürü dağılınca, yapayalnız gecelerde
Durgun ve dilsiz, yastıklara çivili
Bir mızıka sesiyle uyanmazlar mı
Asaf'ın ateşlere karşı çaldığı?..

Bir otel odasında gencecik çocuklar
Çırpındıkça bir yudum soluk için
Üzerine benzin döküp oynayanlar
Onlar birgün öpmeye eğilince çocuklarını
Dudaklarında duman ve yanık et kokusu
Boğum boğum tıkamaz mı soluklarını?..

Sevgisiz bir Tanrının kinle büyüttüğü
Ölüme tapınan o siyah adamlar
Onlar birgün yağmurlardan sonra
Güneş salkım salkım dallarda yanarken
Rüzgârdan utanıp sudan korkmazlar mı?..

Ayrılık herkesin kapısını çalar birgün
Dağlar kararırken ya da günün eşiğinde
Onlar, saz kırıp şiir yakanlar
İçlerinde gezinen kederi bir türküyle
Bastırmak isterlerse derinden ve sessiz
Çalmazlar mı duvarlara kirli bedenlerini?..

Kimse temizim demesin, kimse
Bütün bir ülke odun taşıdı Behçet'in yangınına...
Onlar, secdesi küf kıblesi korku olanlar
Onlar birgün ölüm menevişlenince içlerinde
Tütmez mi kirpiklerinde "dumanı lekesiz biri"?..
ŞÜKRÜ ERBAŞ


KOCAMAN BİR ÇOCUĞU ÖPÜYORSUN
                                                                                                              

Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun
Ağzında eriklerin aceleci tadı
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.
Yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor
Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı
Bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen
Uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun.
Uzak dağ köylerine vuran ay ışığı
Kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa
Ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr
Sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun.

Sakarya Caddesi'nde sarhoşlar
Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin
Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar.
Yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum
Uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun.
Örseler acıyla düştüğü yeri
Susarak büyüyen adamların sevgisi.
Ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek
Bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik
Sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun.
İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk
Onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını.
Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun
Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam
Yıldızlarla yedirenk gökyüzünü öpüyorsun.

Sen bende, gözlerinin anne ışığıyla
Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun.
ŞÜKRÜ ERBAŞ





KOŞARADIM


Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim
Ne bir ortak sevinciniz kaldı sizi çoğaltacak
Ne bir içten dostunuz var acınızı alacak
Unuttunuz nicedir paylaşmanın mutluluğunu;
Toprağı rüzgârı denizi göğü
O her zaman bir insanla anlamlı
Tükenmez bir hazine gibi kendini sunan doğayı
Unuttunuz, gömülüp günlük çıkarların
Ve ucuz korkuların kör kuyularına
Daraldıkça daraldı dünyaya açılan pencereniz.


Fırlayıp ilk ışıklarıyla günün dağınık yataklardan
Koşaradım gidiyorsunuz işinize değişmeyen yollardan
Kurulmuş saatler gibi günboyu çalışıp tekdüze
Uzayan gölgelerle koşaradım dönüyorsunuz evinize.
Ne kadar uzaksa bir felaket sizden o kadar mutlusunuz
Unuttunuz başkalarının acısını duymayı
Küçük çıkarların büyük kurnazları
Alışverişe döndü tüm ilişkileriniz, hesaplı, planlı
Sevgileriniz ayaküstü, ilgileriniz koşaradım
Unuttunuz konuşmayı kendinizi vererek
Düşünmeden bir başka şeyi, içten yalın dürüst
Dışa vurmayı duygularınızı
Unuttunuz, neydi bir ince söze yakışan en güzel davranış.


Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim
-Ki bu en büyük kötülüktür size-
Yıkanmıyor bir kez olsun yüreğiniz yağmurlarla
Denizler boşuna devinip duruyor bir çarşaf gibi
Gerip ufkunuza mavisini, çiçekler her bahar
Uyanışın türküsünü söylüyor da görmüyorsunuz.
Sizin adınıza dünyanın pek çok yerinde
İnsanlar dövüşüyor ellerinde yürekleri birer ülke
Anlamıyorsunuz inançlarını bir kez düşünmüyorsunuz.
Ömrünüzü güzelleştirecek bir şey almadan hayattan
Bir şeyler bırakmadan ardınızda gelecek adına
Koşaradım tükeniyorsunuz insan kardeşlerim
Koşaradım
Duymadan bir gün olsun dünyayı iliklerinizde..
ŞÜKRÜ ERBAŞ







KÜÇÜK ACILAR
                                                         

Ağzı çirkin bir kadın
Yalnızlığında bile
Gülmeye utanıyor
Bu da bir acıdır.

Gecesiz sabahlara
-Uykular öksüzü-
Bir çocuk uyanıyor
Bu da bir acıdır.

Bir adımı diğerinden
Kısa düşüyor, bir topal
Hızla yanından koştular
Bu da bir acıdır.

Esrik gülüşleri tufan
Gözleri bayram
Dağıldılar çok sürmeden
Bu da bir acıdır.

Çocuklarda bir telaş
Her akşam kapılarda
-Bize ne getirdin baba?
Bu da bir acıdır.

Nice dik yürüse de
Eğildi dar geçitlerde
Uzun boyları kırık
Bu da bir acıdır.

Büyük kentlerde biri
Belli ki yer garibi
Dili sorar gözleri lâl
Bu da bir acıdır.

İnce iri, uzak yakın
Günlerimiz acıların
Çaprazında birer tutsak
Bu da bir acıdır.
ŞÜKRÜ ERBAŞ






ÖMÜR HANIMLA GÜZ KONUŞMALARI


...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür
hanım?


Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan,
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör-
meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü-
şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış,
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut-
mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik
olur tükenmek değil de?


Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
tından?


Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi-
lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var.
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım.
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi
öğrendik böylece.

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım.
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden.
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa?


Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim,
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...


Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir
Ömür hanım?


Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben,
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem
hangi gözle?


Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz?
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya...



Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan.
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik
sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü,
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü,
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi,
bizi değişmek çirkinleştirir de.


Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız,
ne yerinde ne yersiz...


Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü-
nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy-
gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir;
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek,
bu ezbere yaşamla.


Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar
iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan,
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün
acıların anasıdır, de...


Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün ka-
lıplarından. Beni duy ve anla.


Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır,
kurşuni-külrengi mi yoksa?


Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü-
rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim
değil mi? Kim ne diyebilir ki?


Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim.
İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde,
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı-
rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.


Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk,
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş,
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?



Ankara, Güz/1983 / ŞÜKRÜ ERBAŞ





ÜÇ NOKTA


Büyük konuşanlar
Alınlarında eğri olmayanlar
Yalnız yükseği görenler
Herkesin ortasında yürüyenler
Bütün ışıkları yananlar
Sesi menevişsizler
Güzü küçümseyenler
Gözyaşına arkasını dönenler
Kendini mutluluk bilenler
Sessizlikten korkanlar
Yalnız eşyalarına gülümseyenler
Öyküsünde öteki olmayanlar
Kederle kirlenenler
Aynası buğusuzlar
Kışa yolu düşmeyenler
Kalbi ölüm mühürlüler
Penceresi dışa açılmayanlar
Aşktan utananlar
Güzelliği kimsesizler
Dili şiddet olanlar
Gövdesi sözünden önce gelenler
Dünyaya dokunmayanlar
Unutanlar, unutanlar
Ey tek heceli darlık...

O mevsimim ki herkesten yapılmış
Üç noktayla biten bir cümleyim artık..
ŞÜKRÜ ERBAŞ







YOLCULUK'TAN


Ve İstanbul geldi, bir halk şenliğinde
Gömmüş otuzdört ölüsünü Mayıs mavilerine..
Seslendiler bir şiir öncesinde verip elele
Bütün iyi ölülerimle ölümsüz soy şairlerim:

Unutmak kolaydır suçlamak kolaydır
Aslolan beslenip bir gül fidanı gibi
Yaşamın yapraklarıyla geçmişin toprağından
Bir gün bile yitirmeden bulutlar içinde
Güneşin yolunu
Geleceğe güller sunmaktır
Geleceğe güller sunmaktır..



I.

O zamanlar gökyüzü biçilmiş buğday kokardı
Çiğnenmiş üzüm mısır püskülü bostan yaprağı
Toprak kokardı insan emeğiyle yoğrulmuş.
Rüzgâr serin sesli konuğuydu evlerin
Bulutlardan ağaçlardan saçlardan süzülen
Bir dirim duygusuyla doldururdu odaları
Yağmur ikinci adıydı akşamların
Günün yorgunluğu üzerine dökülen
Bir düş inceliğinde akardı sular arklarda
Dilde uzaklık türküleri tutuşturarak.
İnsanlar bir soru imi gibi girip çıkarlardı
Geçimin dar kapılarından
Alın teri umut ve kaygıdan örülü
Mutluluk toprağın ve güneşin eline bakardı.


O zamanlar dünya küçüktü ve insanlar
Kardeşlik kokardı yardım duygularıyla
Paylaşmak, bir sevinci ya da güçlüğü
Bir karşı koyuş biçimiydi hayata.
Birbirine benzerdi evler, toprak dam
Beslenen hayvan, çocuk sayısı, daracık camlar..
Bir sır gibi gizlenirdi güzellik büyüdükçe kızlar
Erkekler şapkalarının siperinde geçerdi sokaklardan.
Aynı yalın dili konuşurdu yaşlılarla çocuklar
Dingin bir gölle bir akarsuyun dostluğunda.
Sevgi bir düş gülüydü bitişik avlularda
Sessizce serpilen, bunalmış ve utangaç
Evlilikle koklanırdı ancak ve solardı daha ilk yaz.


Birbirine benzerdi
Mevsimlerin bahçelere getirdiği renk
Evlere getirdiği telaş, sevinç, keder..
Yaşamak ağır bir suydu, zamanın
Ve toprağın derin ırmağında
Sürükleyerek bir nice hayatı ince kıvrımlarında
Akar, akardı..


IV.

Bana sorular öğreten dost
Bir de sen bulmadıkça doğrular yarımdır diyen..
Kimi gün bir türkü, kimi gün şiirlerle
Kitaplarla daha çok, giderek kitaplarla
Sabırlı, içten,yalın
Örnekler çıkarıp adım adım
Küçücük bir kentin kapalı hayatından
Bana dünyaları gösteren dost..
Telâşını taşıyorum yıllardır
Konuşurken birbirine vurduğun parmaklarının
Ve içine yüreğini koyup koyup
Ak güvercinler gibi ağzından uçurduğun
O büyülü, sıcak, doğru sözlerinin..


Sesini çoğaltıyorum sesler içinde
Bir tutku gibi geciktikçe büyüyen
İnancının onurunu taşıyorum yıllardır.



XIII.

İnsan ki anılardan bir buluttur
Hayatın sonsuzluğa akıp giden göğünde
Savruldukça çoğalır çözüldükçe birikir..
Düşmeden son damlası toprağın rahmine
Kimbilir kaç mevsim görür
Kaç rüzgâr geçirir..



XIX.

İnsan belleğinin ihanete vuran unutuşu
Ey yanlışı emziren kör meme
Hayatın kaçınılmaz kusuru..
Kapındayız işte koskoca bir geçmişle
Ölüler diriler düşenler dövüşenler..
Nicedir boşluğunda kimsesiz rüzgârların
Acı çığlıklar attığı cansız alanlar
Doğrular, yanlışlar..
Bir gizli dil gibi öfkenin için için
Derininde büyüdüğü dilsiz suskunluklar..
Kalanlar, kaybedilenler
Ne varsa, kapındayız işte
Tutuşturmak üzere yeniden
Zamanın küllenen yüreğini..
Sun bize inancın duru pınarlarından
Süzülen o eski tadını düşlerin;
Ömrümüzün acemi dallarında
O bir heyecanla telâş telâş açılan
Don vurmuş tomurcuğunu geleceğin..

Yaşamak ölümden üstün, acıdan büyük
Ver bize coşkusunu yeniden
Sesimizi geri ver
Sahipsiz kalmasın özgürlüğün türküleri
Kardeşliğin paylaşmanın sevginin
İnsanı çoğaltan o gönül zenginlikleri..
Zoru seçiyoruz yeniden, inançla, inatla
İyi, doğru ve güzel
Ne varsa "büyük insanlık" adına
Kapındayız işte bir daha
Tarihsin sen
İnsan emeği ve düşüyle yoğrulmuş
Göster bize geleceğin yollarını..

ŞÜKRÜ ERBAŞ

17 Mart 2011 Perşembe

SUSMAYACAĞIZ! (Basın Açıklaması)

AKP, sermaye yanlısı ekonomik politikaları ve kendi ideolojisini topluma dayatması doğrultusundaki iki yönlü saldırısını artırarak sürdürmekte; ‘ileri demokrasi‘ masallarıyla tüm temel hak ve özgürlükleri ayaklar altına alarak kendi derin devletini yaratmaya çalışmaktadır.
Anayasa referandumu yapılırken, AKP‘nin istediği değişimlerin 12 Eylül Anayasasından bir farkının olmadığını, yeni bir vesayet sistemi oluşturulacağını ve yeni hak kayıplarına zemin hazırlandığını söylemiştik. Ve aradan uzun bir süre geçmeden görülüyor ki; AKP darbe dönemlerini aratmayan yöntemlerle emekçilere, gençlere, gazetecilere yönelik saldırılarında ve muhalefeti bastırmaya, sindirmeye yönelik baskı politikalarında hız kesmemiştir.
İnsanların kendini savunma hakkının dahi elinden alındığı, daha yargılama gerçekleşmeden medya kanallarında suçlu ilan edildiği, sınır tanımaz bir hukuksuzluğun hüküm sürdüğü, adeta kimsenin nefes alamadığı, yeni bir otoriter yönetimin oluşturulduğu bir sürece giriyoruz.
İleri demokrasi düzenine geçildiği söylenen referandumun hemen ardından;
- Üniversitelerde söz ve karar hakkını, bilimsel, parasız ve anadilinde eğitimi savunan öğrenciler polis şiddeti ve iktidarın tehditleri ile sindirilmeye çalışıldı.
- Sermayenin istemleri doğrultusunda kabul edilen ‘Torba Yasa‘ ile emekçilerin haklarına yönelik yeni saldırılar gerçekleştirildi; buna direnen emekçilerin önlerine barikatlar kuruldu.
- Kürt sorununda bir tasfiye operasyonuna dönüştürülen ‘demokratik açılım‘ sürecinin sonucunda yeni bir çatışma ve savaşın eşiğine gelindi.
- Düşüncelerini açıklayan, AKP‘nin düzenini ve cemaati eleştiren gazeteciler ‘terör örgütü‘ üyeliğinden gözaltına alınarak tutuklandı.
AKP, kendi medyasını, polisini, yargısını yaratarak herkesi dinleyen ve izleyen büyük bir gözaltı düzeni, kendisine biat eden bir toplum yaratmaya çalışıyor. AKP politikalarına karşı çıkan herkes şimdi sıranın ne zaman kendisine geleceğini düşünüyor.
Evet, sözün bittiği yerdeyiz.
Şimdi ya ses çıkararak demokrasi ve özgürlüklerimizi savunacağız ya da sıranın kendimize gelmesini bekleyerek suskunluk içinde boğulacağız.
Her geçen gün büyüyen bu karanlığa ve baskılara karşı özgür, laik, demokratik ve bağımsız bir Türkiye için şimdi susmanın değil ses çıkarmanın zamanıdır. Şimdi birlikte ses çıkarmanın zamanıdır.
Emek-meslek örgütlerine, demokrasi güçlerine, "insandan, emekten ve özgürlüklerden" yanayım diyen siyasal partilere, "Susmayacağız" diyen herkese çağrımızdır:
İstanbul‘da, Ankara‘da ve İzmir‘de 18 Mart 2011 Cuma günü saat 12.30‘da eş zamanlı olarak, birlikte yapacağımız kitlesel basın açıklamamıza katılarak sesimizi birleştirelim, büyütelim.
Hep birlikte haykıralım: SUSMAYACAĞIZ! DİRENECEĞİZ!

DİSK-Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu
KESK-Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu
TMMOB-Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği
TTB-Türk Tabipleri Birliği

11 Mart 2011 Cuma

Tatsız Tuzsuz Yerel Yönetim! (Ankara)

Başkent Ankara'da "dediğim dedik" anlayışındaki yerel yönetim bir kez daha deşifre oldu. Günlerdir beklenen soğuk ve kar Ankara'ya ulaştığında, yollardaki kazalar ve kilitlenen trafiğin sorumlusu olarak eski lastikle trafiğe çıkan vatandaşlar suçlu ilan edildi ve 17 yıldır böyle bir kar yağışı olmadığı söylenerek kente karşı olan sorumluluklar doğa koşullarına havale edildi. Pişkinlik burada bitmeyip, ‘yolların açılmadığını tuzlama yapılmadığını’ dile getirenlere de yolların tadına bakmaları söylendi.
Yıllardır Ankara'yı kafasına estiği gibi plânsız programsız, öngörüsüz ve şeffaflıktan uzak bir anlayışla yöneten Büyükşehir Belediyesi, mensubu olduğu partinin tarzına uygun bir dille en küçük bir eleştiriye bile tahammülsüzlüğünü bir kez daha göstermiştir. Büyükşehir yetkilileri bir yandan çok fazla sokak ve cadde olduğunu hepsine yetişmenin mümkün olmadığını söylerken, diğer yandan bu durumdan yakınanlara sosyal paylaşım sitesi üzeriden, 'yollar tuzlandı istersen tadına bak' diyerek gayri ciddilikte sınır tanımadıklarını göstermişlerdir.
Meteorolojik uyarıları dikkate almayarak yolların kapanmasından sonra harekete geçen yönetim anlayışı, geçmişte de benzeri durumlarda hep sınıfta kalmıştı. Dünya'nın bir çok ülkesindeki çağdaş kentlerde, kent içi ulaşımın her türlü hava koşulunda aksamadan sağlandığı toplu taşıma sistemleri kurulmuş ve altyapı sorunları çözülmüştür. Göstermelik ödüller almakla övünen Ankara Büyükşehir Belediyesi, göreve geldiğinden bu yana ne köklü bir altyapı yatırımı yapmış ne de gittikçe daha vahim bir hale gelen toplu taşıma konusunda bir adım atmıştır. Diğer yandan çağdaş normlara uygun kentlerde bulunan, küçük kar küreme ve toplama araçları, alkol bazlı buzlanma önleyiciler gibi teknolojik uygulamaları gerçekleştirmek için 17 yıllık yönetiminde hiç bir çalışma yapmamıştır.
Yıllarca özel araçları teşvik edip, toplu taşım uygulamalarını gerçekleştirmeyerek, kent içi ulaşımı özel araç üzerine kurgulayan ve kentin her yanını otobanlara dönüştürüp insanın yaşamını hiçe sayan bu anlayış, AKP iktidarının ‘’Kim ne derse desin ben bildiğimi yaparım’’ anlayışının, ne yazık ki bu kente yansımasıdır. Artan nüfus yapısıyla yaklaşık 30 km güneye, 40 km batıya, 20 km doğuya ve 30 km kuzeye yayılan Başkent’te, bu mesafelerden insanları metro ile, hafif raylı sistemlerle, otobüslerle taşımak, yaya ve bisikletli ulaşımını teşvik etmek yerine, kenti paramparça eden özel araç öncelikli transit yollara mahkum etmenin sonuçları yaşanan bu kar felaketinden daha da acı olacaktır.
Belediye yönetiminin; Söğütözü’ndeki demir yığınına, Gökkuşağı projesindeki boş dükkanlara, Konya Yolu’ndaki Vilayet Evleri’ne aktardığı trilyonlar ile yaptığı kaynak israfları, yıllardır bitirilemeyen metro inşaatı gibi beceriksizlik örnekleri, ulaşım sorununa çözüm olmayan bilakis yeni sorunlar ekleyen katlı kavşak çalışmaları ile başkenti yaşanmaz hale getirmek dışında bir çalışması olmamıştır. Dört milyonu aşkın nüfusu ile bu ülkenin ikinci büyük kentinde yalnız kar engeli ile değil, zaman zaman sellerle ve kuraklıklarla da karşılaşılmıştır. Bu tarz bir yönetimin elinde daha büyük felaketlerle karşılaşma olasılığımızın arttığını hayat bize göstermektedir. Bu büyüklükte bir kentin geleceği, meteorolojinin günler öncesinden haber verdiği bir afet durumunda, geçmişi yüzlerce sorumsuzluk örneğiyle dolu bir belediye başkanının iradesine bırakılamaz.
AKP ve onun yönetim anlayışını gösteren en son açıklama artık yeter diyecek duruma getirmiştir. Yerel yönetim, sorumsuzluk ve pervasızlık demek değildir. Kent yaşamını kolaylaştıran, altyapı yatırımlarını zamanında yapan, kaynakları israf etmeyen, kentte yaşayanlara saygı duyan, kentin tarihi ve kültürel değerlerini koruyan, kent planlamasını her türlü gereksinimi dikkate alarak yapan, şeffaf, demokratik, çözüm üreten bir yerel yönetim Ankaralılar'ın hakkıdır. Vatandaşı yolların tadına bakarak tuz kontrolü yapmaya çağıran yönetim anlayışını bir an önce istifa etmeye çağırıyoruz.
TMMOB Ankara İl Koordinasyon Kurulu    11.03.2011  (Basın Açıklaması)


21 Ocak 2011 Cuma

NAZIM HİKMET'İN BAZI SANATÇILAR ÜZERİNE YAZDIĞI YAZILARDAN (7 )

 Cervantes (1547-1616)
"Don Kişot'un klasik tefsirleri [yorumları] vardır : Monarşinin - yani burjuva iktisadının - hâkim olmaya başladığı bir devirde, derebeyliğe, şövalyeliğe, yani artık geri gelmesi mümkün olmayan bir devre, maziye hasret. Don Kişot bu şövaleresk tarafları olan mazinin, bu kaybolmuş cennetin mütehassiri [özleyeni], Şanso ise, burjuva akıl ve mantığının, davrin realitesinin mümessili. Cervantes, maziye dönmenin ne kadar imkânsız olduğunu göstermek istemiş ve böyle bir hasret çekenlerle alay etmiştir. Bu bakımdan da Don Kişot imkânsızın peşinde koşan bir çeşit zavallı ve biraz da gülünç bir delidir. (...) Bana göre Don Kişot sadece mazi hasreti çeken bir adam değildir. Umumiyetle doğrunun, haklının, güzelin hasretini çeken adamdır. Bu onun hem kuvvetli, hem zayıf tarafıdır. Çünkü umumiyetle, mutlak manasıyla, güzel, doğru ve iyi yoktur, fakar diğer taraftan insanlar, sosyal şartların tesiriyle, daha güzele, daha haklıya, daha doğruya mütemadiyen hasret çekmişlerdir. Don Kişot kuvvetli bir adamdır, çünkü aksiyon [eylem] adamıdır. Mücadele adamıdır. İnandığı şey için dövüşen adamdır. Bundan dolayı da aklı, mantığı, burjuva aklını ve mantığını temsil eden Şanso'yla kıyas edildiği zaman, Don Kişot değil, Şanso gülünçtür. Şanso'da hareket noktası, aksiyonunun hareket noktası, şahsi menfaatidir. Zengin olmak, vali olmak için Don Kişot'un peşine takılmıştır. Bunun için de kitabı bitirdiğin zaman Don Kişot'u seversin, Şanso'yu sevmezsin. Don Kişot'un deli, komik filan olarak gösterilmesinde bizzat burjuva devri ve bu devrin resmi neşriyatı da amil olmuştur. Burjuva, Monarch'ı da devirip sosyetenin [toplumun] tam hâkimi olduktan sonra, kendi devrini, mutlak, değişmez ve en doğru, en güzel, en akla uygun bir devir saydığı için, daha güzeli, daha doğruyu arayandan nefret etmiş, idealistten ürkmüş, korkmuş ve Don Kişot'u bir istihza vesilesi yaparak bu sıfatı, kendi aklı ve mantığı, hele kendi devrinin şartlarına uymayan, hele o şartları değiştirmek isteyen herkese vermiştir. Don Kişot'un gülünç, komik, yarı deli telakki edilmesinde, bu devirde ve belirli muhitlerde, bu da amildir. Kitabın içindeki Don Kişot elbette ki normal bir adam değildir. Fakat kitabın dışına çıkan bir Don Kişot vardır ki o gayetle normaldir. Kitabın içindeki Don Kişot'un normal olmayışı, demin de söylediğim gibi, geri gelmesi imkânsız olanı aramaya, bulmaya kalkışmasındandır. Fakat kitabın dışına çıkan, kitabın mevzuunun dışına çıkan Don Kişot'un, daha iyiyi, daha güzeli arayanın, burjuva aklı ve mantığını, burjuva telakkilerini ve psikolojisini, mutlak olarak kabul etmeyen Don Kişot'un, daha güzeli ve daha iyiyi, daha haklıyı arayan Don Kişot'un, bu uğurda dövüşen Don Kişot'un, aksiyona geçen Don Kişot'un anormallikle hiçbir ilgisi yoktur. Yani Don Kişot'un hikâyesini, yeldeğirmenleriyle dövüşmesini, falanını filanını değil de, güzel ve doğru bulduğu bir iş için ellisinden sonra dövüşmesini, yollara düşmesini filan göz önünde tutarsan onu sevmemek imkânsızdır. Ve ben öyle sanıyorum ki onun hâlâ canlı oluşunda ve insanlık tarihi boyunca da canlı kalacak olmasında bütün bu saydıklarımın rolü büyüktür. Sonra, kitabın tekniği, hikâyesi, özü de öyledir ki, tabir caizse, Şarlo'nun filmlerine benzer. Çocuk da zevk alır, büyük de, cahil de, okumuş da, burjuva da - sebebini söyledim - sosyalist de. Cervantes Don Kişot'u yazarken, bütün bu söylediklerimi düşünmüş mü? Zannetmem. Fakat çok enteresan bir devirde yaşadığı için o devrin, yani bir inkılap devrinin damgasını taşımış ve kitabına da bu damgayı vurmuş."

Shakespeare (1564-1616)
"Kanaatımca, bu büyük sanatkârın üzerinde durulması gereken en mühim başarısı, bir sosyal intikal, hatta sosyal bir inkılap devri başlangıcında, göçmekte olanı ve gelmekte bulunanı sezmesidir. Onun için şöyle derler : 'Shakespeare ebedi insan karakterlerini, ebedi ihtirasları, kederleri, sevinçleri, iyilikleri ve kötülükleri en mükemmel şekiller içinde tespit etmiş olan sanatkârdır.' Bence, bu cümleyi şöyle tashih etmek lazım : 'Shakespeare göçmekte olan sosyal münasebetler içinde hâlâ yaşamaya çalışan ve bir tarih devresinin mahsulü olan ihtiraslar, karakterler filan falanla, gelmekte olan bir sosyal münasebetler çerçevesi içinde ve tabii yine bir tarih devresine ait, yoksa ebedi değil, karakterleri, ihtirasları falan filan tespit etmiş büyük bir sanatkârdır.' Meseleyi böyle koyduktan sonra bugün bir sanatkârın Shakespeare'den alacağı en büyük ders ve miras şudur : 'Bugünün içinde de, bugünün sosyal münasebetleri içinde de ve bu münasebetlerle - ana hattında - tayin edilen insan karakterlerini, ihtiraslarını, göçmekte ve gelmekte olanları tespit etmek, tebaruz ettirmek.' Shakespeare için gelmekte olan münasebetlerin ifadesi insan karakterleri, ihtirasları, bugün göçmekte olan münasebetlerin ifadesidir. Bundan başka Shakespeare'den alınacak bir ders, bir miras daha vardır : Herkes tarafından bilinen ve işlene işlene canı çıkarılmış mevzular dahi yeni bir muhteva [içerik] görüşüyle ve bu yeni muhteva görüşüne en uygun yeni bir şekille [biçimle] pekâlâ işlenebilir. Sanat eserinde, tiyatrodan şiire kadar, resimden musikiye kadar, bütün sanat verimlerinde en önemli şey işin hikâye tarafı değildir, orijinalliği, hikâye tarafında değil, bu hikâyeyi görüş, telakki ediş [anlayış], koyuş ve sonra onu en uygun şekille sentetize edişte [bütünleştirişte] aramak gerekir."

Goethe (1749-1832)
"Ben Faust'u biraz keçiboynuzuna benzetirim. Bir araba odun yemek, çiğnemek lazımdır. Fakat bu bir araba odun ve tahta parçası çiğnendikten sonra elde edilen lezzet birçok bakımlardan harikalıdır. Faust'un felsefesi idealisttir, fakat kullandığı metot diyalektiktir. Faust'ta bütün bir tarihi devrin ihtirası ve arzuları vardır."

Beethoven (1770-1827)
"Dün gece Beethoven'i daha iyi anladım. Büyük Fransız Devrimi'nin atlayışını, haykırışını müzikleştiren ve bununla kalmayıp daha ilerisini, daha ötesini bir sezişli melodi biçiminde yüreğinin orkestrasına koyan Beethoven'in büyüklüğü bir tabiat büyüklüğü gibi doldurdu içimi."


Puşkin (1799-1837)
"Yeryüzünde, Batısı, Doğusu, Kuzeyi, Güneyi içinde, sevdiğin dört şair say deseler, bu dörtten biri Puşkin'dir.
"Puşkin'i on dokuzumdan altmışıma kadar artsız arasız sevdim, çünkü artsız arasız sevdalandım halkıma, bütün halklara, memleketime, bütün memleketlere ve dostlara, kadınlara.
"Puşkin'den birçok şey öğrendim, ama öğrendiklerimin başında : kocalmamak sanatı gelir."

Dickens (1812-1870)
"Dickens dediğin İngiliz muharriri o çeşit küçük burjuva muharrirlerindendir ki, hayatı, realiteyi görürler, onu tenkide kadar - kendi görüşleriyle de olsa - giderler, muharrir olarak büyüktürler, fakat anhası minhası, kötülüğe, düzensizliğe mücerret vasıtalarla karşı koymak, bunu ham hayallerle düzeltmek isterler, bunun için de yumuşatıcı, Hıristiyanca bir tarafları, bir düşünüşleri vardır. Mamafih bütün bunlar Dickens'i kâat sepetine atmamızı icabettirmez. Ondan da öğrenecek birçok şeylerimiz vardır."

Balzac (1799-1850)
"Büyük Fransız romancısı Balzak, siyasi kanaatları bakımından, monarşistti. Fransa'nın saadetini krallığın, ana hattında, derebey münasebetlerinin 'avdetinden' [geri gelmesinden] bekliyordu.
"Fakat monarşist Balzağın romanlarını Marks ve Engels gibi ilmi sosyalizmin kurucuları okuyorlar ve takdir ediyorlardı.
"- Bu nasıl olur?
"- Balzak realisttir. Romancı Balzağın realizmi öyle müthiş bir kuvvetti ki, zaman zaman ona monarşist Balzağın hiç de işine gelmeyecek hakikatları bile yazdırmıştı. Realist romancı Balzak monarşist mürteci Balzağı arka plana atıyordu.
"Realist romancı Balzak yalnız bütün bir Fransız cemiyetini [toplumunu] olduğu gibi aksettirmekle kalmamış, kendisinden bir hayli zaman sonra Fransız cemiyetinde belirecek olan tiplerin de ana çizgilerini çizdirtebilmişti ona."

Baudelaire (1821-1867)
"Yazmaya başladığımda Baudelaire'le büyülenmiştim, ezbere biliyordum onu. Sonra, toplumcu olunca, tüm bunların canı cehenneme, dedim. Fakat bu da doğru bir şey değildi."
Dostoyevski (1821-1881)
"Bilirsin ki, Dostoyevski de romanlarını bazan gazete tefrikası halinde neşretmiştir. Hatta bunun damgasını da taşır. Fakat gerek o zamanki daha az tüccar gazetecilik yüzünden, gerekse elbette, Dostoyevski'nin ustalığı dolayısıyla bu romanlar ciddi değerlerinden hiçbir şey kaybetmemiş gibidir."

Leo Tolstoy (1828-1910)
"Tolstoy'a gelelim. Halis muhlis dev. Fakat bu devin bir çocuk yüreği var. Dehşetli bir şey. Bir bakıma realizmin şaheseri onda. Sana Tolstoy'un tekniği - ne harikulade, ne basit, bundan dolayı da nasıl güç - hakkında uzun uzadıya yazacağım. (...) Dostoyevski'ler filan falan Tolstoy'un yanında - yüksek müsaadenizle - çok hilebaz herifler. Ben Tolstoy kadar hileye tenezzül etmeyen sanatkâr az gördüm. Kurnazlık yapsa bile bir devin çocuk kurnazlığı. Zaten başka türlü de olamaz, kuvvetine güvenen insan kurnaz değildir."

Zola (1840-1902)
"Zola'nın eksiği Marxist olmayışıdır. Halbuki pekâlâ olabilirdi. Daha doğrusu benim ve benim gibi düşünen birçok Zola hayranlarının Zola'da saygıyla affedemediğimiz şey ilmi sosyalizme intisap edemeyişidir."

Anatole France (1844-1924)
"Anatole France'ta ben seninle hemfikir değilim. Anatole France'ın kusurları vardır : bunlar zaman zaman alaycı bir bedbinliğe ve ümitsizliğe kaçışı, yer yer süse püse, boyaya rastığa önem vermesi. Fakat genel olarak Anatole France dünya edebiyatının yüksek tepelerinden biridir. Her şeye rağmen insanın eninde sonunda muzaffer olacağına inanmıştır - bu inanış bazan acayip sapıklıklara düşmekten onu alıkoyamazsa da - sonra sınıflı cemiyetlerin yalancılığına, düzenbazlığına, yobazlığına karşı kavga etmiş bir adamdır."

Çehov (1860-1904)
"Burda Çehof'un 100. yılı kutlandı. Çok kalabalık bir konferans salonunda. Çehof'u biz Türklerin ne kadar sevdiğimizi anlattım. Gerçekten de bizim edebiyatta Çehof'un büyük etkisi olmuştur. Ben şahsen onu yeryüzünün en büyük, en orijinal, en yenilik getirmiş yazarlarından biri sayarım..."

Gorki (1868-1936)
"Yeryüzündeki bütün gerici kuvvetlerin, barış ve milli bağımsızlık düşmanlarının, faşistlerin ve her çeşit yalancı, düzmece demokratların en korktukları yazıcılardan biri de Gorki'dir. Neden? Çünkü Maksim Gorki yalnız kendi halkına değil, bütün halklara yurtlarını, hürriyeti, barışı ve birbirlerini sevmeyi öğretir. Çünkü o, insanın, insanlığın geleceğinden, güzel günler göreceğinden emindir. Çünkü o, emekçi insanı, koluyla, kafasıyla çalışan insanı, yeryüzünün gerçek, biricik efendisi sayar."
"Gorki insanlar yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü yeryüzünün en büyük şairidir."

Barbusse (1873-1935)
"Paris'in halk mahallelerinden bir ölü arabası geçiyor. Dekorsuz, boyasız ve yaldızsız bir ölü arabası. Arabanın arkasında gözle görülüp sayısı kestirilemeyecek kadar çok bir insan kalabalığı. Önde, üstleri eski, fakat temiz genç kızlar, ellerin üzerinde kitaplar taşıyor. İki yanda, yine sayısı sayılamayacak bir insan kalabalığı...
"Ölen adam bir şair, bir romancı, bir yazıcı. Fakat öz soyundan bir insan. Adı Henri Barbusse. Fransa halkı dirisinin ve ölüsünün peşinden gideceği insanları seçmesini biliyor."


Meyerhold (1874-1940)
"Bence Meyerhold, Chaplin ve Picasso'nun yanında, zamanımızın en büyük sanatçılarından biri sayılır."
"Meyerhold sadece bir Batı adamı değildi. Yani kültürü, sadece Batı halklarıyla, Yunanistan ve eski Roma ruhuyla oluşmuş değildi. Onun kültürü, her gerçek toplumcu için söz konusu olduğu gibi, genişti, yani dünya kültürüydü. O kültürüne, Doğu'nun mirasını da, Bizans'ın mirasını da katmıştı ve çok iyi anlıyordu bunları. Bu nedenle, tüm tiyatro yöntemlerini kabul ediyordu."
"Meyerhold Tiyatrosu'nu toplumcu gerçekçiliğin en mükemmel akımlarından biri sayıyorum."

Picasso (1881-1973)
"Sosyalist gerçekçiliğin ressamıdır o. (...) Dünya toplumcu hareketi için, dostluk ve halkların mutluluğu için gerekli olan her şeyin propagandasını yapar. O materyalist ve toplumcudur; fakat istediği gibi resim yapıyor, bu onun hakkıdır."

Chaplin (1889-1977)
"Monsieur Verdu, dâhice bir film."
"Ne yazık ki ben Şarlo'nun son filmini görmedim. Ama bak ne oldu, yirminci yüzyılın en büyük dram yazıcısına, rejisörüne, yani asrımızın Şekspir'ine, dünya barış hareketi, dünya barış mükâfatını verdi. Ben, bu dünya barış mükâfatlarını dağıtan jürinin başkanıydım. Bu mükâfatı meşhur bestekâr Şoştakoviç'e de verdik. İkisinin de diplomalarını imzaladım. Ömrümde imzam böylesine şerefli ve tarihi vesikaya ilk defa konduğu için, kâğıtları imzalarken bayağı elim titrediydi."

Mayakovski (1893-1930)
"Mayakovski'nin hayatı mütemadi bir kavga seyrinden ibarettir. Hayatlarında dövüşenlerin isimleri, ölümlerinden sonra da, sağ kalan düşmanlarıyla kavgada devam ederler... Mayakovski'nin arkada kalan ismi ve eserleri daha uzun seneler büyük inkılabın düşmanlarıyla çarpışacaktır..."
"Mayakovski'nin şiiri ile benim şiirim arasında ortak olan şey, öncelikle, şiir ile nesir arasındaki kopukluğun aşılması; ikinci olarak (lirik, yergi v.b.) çeşitli türler arasında kopukluğun aşılması; üçüncüsü, şiire siyasa dilinin getirilmesidir.
"Fakat biçimlerimiz farklıdır onunla. Mayakovski öğretmenimdir, fakat onun gibi yazmıyorum ben.
"Moskova'daki öğrenim döneminde ben de Mayakovski gibi bir tribün şairiydim. Şiirlerim bir nefesli çalgılar orkestası gibiydi. Topluluk önünde okuyordum onları."

Yesenin (1895-1925)
"Yesenin'de harikulade bir içtenlik var. Fransızların bu şairi sevdiklerini, onda kendilerine yakın bir şeyler bulduklarını şaşırarak öğrendim. Bu, Yesenin'de, bir yandan hem Guillaume Apollinaire, hem gerçeküstücülük arasında ortak bir şey bulunması; öte yandan, şiire konuşma dilinin sokulmasıdır."

Bagritski (1895-1934)
"Bagritski'de sevdiğim birçok şeyler arasında, başta gelenler, devrimci romantizmin erkekliği, ağacı, otu, lokomotifi, buharı kadınlaştırıp okşamasını bilen erkekliği. Bence şair dediğin, ressam dediğin hadım olmayacak."
Eluard (1895-1952)
"Tuhaf şey doğrusu, onun şiirlerini okuduğum zaman, sanki aynı şeyler için düşünmüş, aynı şeyleri yazmak istemişim kanısına varıyorum."

Zoşçenko (1895-1958)
"Zoşçenko'nun birçok hikâyesini çevirdim Türkçeye, ustalığının hayranıyım. Türk burjuva basını, 'Sovyetler Birliği'nde insanlar gülmeyi unutmuştur, mizah edebiyatı ölmüştür' falan diye yaygarayı bastıkları bir sırada Zoşçenko'nun yayımlanması çok iyi olduydu. On binlerce Türk okuyucusu Zoşçenko'nun acı, ama çok derin ve asla kötümser olmayan hikâyelerini okuyarak Sovyetler Birliği'ni sevdi sanıyorum."

Brecht (1898-1956)
"Bertolt Brecht'in ve daha birçok Batı tiyatro ustalarının üstünde Asya tiyatrosunun etkisini görmemek için kör olmalı..."

Nezval (1900-1958)
"Nezval hayatı doludizgin, doymamacasına sevdiği için büyük adalete, büyük hürriyete, büyük bahtiyarlığa, yani toplumculuğun gerçekleşeceğine, gerçekleşmesi gerektiğine inandı. Emeği, düşünmeyi, sevdayı, hasreti, yemeyi, içmeyi, münakaşa etmeyi, denizi, dağı, yıldızları, geleneğin tecrübesini, yeninin, yeniyi araştırmanın, gerçekleştirmenin hırsını duymayan bir insanın toplumcu şair olabileceğine; ama Nezval gibi, Nezval çapında gerçek ve büyük; inanmıyorum...
"Çekçeyi bilmem. Ama Rusçaya ve Fransızcaya çevrilmiş şiirlerini okuduğum zaman Nezval'in, ondaki renk, şekil, hacim şehvetine hayran oldum. Şiirlerini kaç kere kendi ağzından Çekçe dinledim. Çek dili güzel dillerden biri. (...) Nezval'in şiirindeki ahenkte Çek dağlılarının türküleriyle Smetana'nın besteleri birbirine karışıyor."

Eşref (1847-1912)
"Ben anarşizmden hiçbir zaman bir şey anlamadım, septiklik ise aklımın ermediği nesnedir, buna rağmen, Eşref'te bu iki vasıf bulunduğu halde ondaki realizme hayranım."

Abdülhak Hâmit Tarhan (1852-1937)
"Abdülhak Hâmit beyefendi Dâhi-i Âzam değildir. (...)
"Eğer Hâmit Bey içinde yaşadığı içtimai intikal devresinin Şark'a, Osmanlı İmparatorluğu'na mahsus hususiyetlerini beynenmilel bir derecede ifade edebilmiş olsaydı ve bunu o zamana kadar yapılanlardan daha muvaffak bir surette yapabilseydi, dâhiler galerisinde bu isimde bir Osmanlı sanatkârı da bulunabilirdi. Halbuki o bunu yapamadı. Hatta çok kere muasırlarından Namık Kemal ve Ziya Paşa bu hususta daha muvaffak olmuşlardır.
"Hamit Bey, devri için yeni, kuvvetli bir Osmanlı şairidir, işte o kadar."

Tevfik Fikret (1867-1915)
"Fikret hayatının bir devrinde Allah-ü Ekber diye şiir yazmış, sonra : Göçüyorsun da arş ü ferşinle yok tabiatta bir inilti bile, diyen bir inkılapçı, fakat metafizik materyalist olmuştur. Fikret hürriyet için yazılarında dövüşmüş, fakat hürriyeti eline geçiren burjuvazi bunu yalnız kendi genç ihtirasları için kullanınca : Yiyin efendiler yiyin, diye feryada başlamıştır. Fikret'in bu şiiri yeryüzündeki bütün burjuva inkılaplarından sonra iktidara geçen sınıfların yüzüne hâlâ bir tokat gibi inebilecek kudrettedir. Fikret ütopik bir sosyalizme hasret çekmiş - başka türlü de o zaman olamazmış, memleketimizde henüz gerçek sosyalizmin bayrağını taşıyacak proleter sınıfı pek zayıfmış - ve bizzat Fikret sosyal menşei bakımından, menşeinin, yani küçük burjuvazinin bütün zaaflarını ve kuvvetini tevarüs etmiştir. Nitekim, İttihatçılar iktidara geçtikten sonra, Fikret'in düşündüğü büyük hürriyet yerine, temsil ettikleri zümrelerin menfaatlerini koruyunca, Fikret bir yandan onlara saldırırken, bir yandan da dünyaya küsmüş, dağın tepesine çekilmiştir. Fikret mücerret ahlaka, mücerret iyiye ve kötüye inanmış, bunların zamanla, mekânla öz ve kalıp değiştiren konkre şeyler olduğunu anlayamamıştır. Dünyada ve kendi memleketinde her şeye rağmen insanların ileriye doğru atıldıklarını görmüş ve bundan dolayı insana inanmış, güvenmiş, ve ana hattında hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamıştır."

Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944)
"Mehmet Emin Bey milli şair değildir.
Milli şair olmanın hiçbir vasfını haiz değildir. Evvela Türk şairi olarak gösterilen bu şair Türkçe yazmaz. Şiirlerinin lisanı ne Türkçedir, ne Osmanlıca; uydurma, hiçbir sınıf, tabaka ve ferdin konuşmadığı suni bir lisandır. (...)
"Milli şair olduğu iddia edilen Emin Bey hangi yazısı ile Ziya Paşa kadar olsun emperyalizme dost olanlara hücum etmiş ve en nihayet hangi yazısı Kemalettin Kami'nin 'İzmir Kapılarında' isimli küçük şiiri kadar son mücadelenin destanı olmuştur. (...)
"Mensup olduğu milletin lisanında bir dönüm noktası teşkil etmeyen, o milletin büyük mücadelelerinin sesini duyurmayan bir şair nasıl milli şair olabilir?..
"Mehmet Emin Beyin şairliği bile bir galatı rüyet iken, milli şairlik sıfatı cehlin galatından başka bir şey değildir."
"Bak tuhaf bir şey gibi gelecek ama, ben bugünlerde Mehmet Emin'i inkâr olunan tarafıyla, yani şair tarafıyla keşfettim. Şüphesiz ki Milli Türk şairi filan değil, lakin iyi şair. Adamcağızın bu esaslı tarafını kulaktan dolma bir telkinle inkâr edip durmuşuz."


Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958)
"Yahya Kemal'i, beni lütfen iyi anla, şair olarak değil, USTA olarak, Türk şiirinin tekniğine büyük hizmetler etmiş bir insan olarak, kendi tarzında ve zihniyetinde kültürlü ve çok zevkli bir hoca olarak pek sever ve pek beğenirim. Ve bu taraflarını inkâr etmem ve edenlere karşı kavgaya hazırım. Fakat, sanatkârlığını atarsam, şairliği, anlatabiliyor muyum, iki gözüm, ŞAİRLİĞİ mühim değildir. Politikada ve cemiyette tesiri ise, benim telakkime göre geri ve mürtecidir..."

Halide Edip Adıvar (1884-1964)
"Halide Edip'in eserlerini hem kronolojik, hem de ideolojik sırayla üçe ayırmak mümkün.
"1. Harap Mabetler devri.
"2. En kuvvetli verimini Mevud Hüküm romanında veren devre (Ateşten Gömlek de geçit olarak dahil).
"3. Sinekli Bakkal ve son romanları.
"Birinci devrede hâkim muhteva [içerik], mazi hasreti, lirik ve mistik felsefi idealizmdir.
"İkinci devrede hâkim unsur cinsiyet kavgasıdır. Kadın erkek cinsleri birbirine düşman iki kutuptur.
"Üçüncü devrede kendi bakımından sosyal meseleler ön plana gelir.
"Fakat birinci devrede ikinci devrenin rüşeymleri [oğulcukları] mevcut olduğu gibi, ikinci devrede de üçüncünün belki muhteva bakımından ayrı, fakat sosyal meselelerle alaka bakımından var olan rüşeymlerini görürüz. Yani birinci devrede kadın erkek cinslerinin kavgasını (?!) tohum halinde görürüz. İkinci devrede bu tohum hâkim unsurdur. Fakat aynı zamanda Turancı Halide Edip'te, milliyetçi ve mazisever Halide Edip de vardır. Üçüncü devrede kadın erkek cinsiyet kavgası arka plana geçmiş, onun yerine, Turancı, şoven, milliyetçi değil, fakat maziseverliği baki, ıslahatçı, demokrat, Gandi'ci Halide Edip sosyal meseleyi bu bakımdan birinci plana almıştır... Ha şunu da söyleyeyim, hatta ikinci devrenin en bariz eseri olan Mevud Hüküm'de dahi bütün kadın erkek cinsi düşmanlığının arasında, ıslahatçı, halkçı bir doktora ve fikirlere rastlarız. Yani hülasa edecek olursak, Halide Edip'te cinsiyet düşmanlığı ikinci devrede azami inkişafını bulduktan sonra bugün moloz, bekaya, 'teressübat' olarak görülür, romanın bir sosyal tezi olması, sosyal bir davayı gütmesi ise bugün birinci planda hâkim unsur halindedir ki, bu unsur ilk devreden itibaren bazı değişikliklere uğrayarak mütemadiyen inkişaf etmiştir."
Ahmet Haşim (1885-1933)
"Bana bir gün Ahmet Haşim, 'Kendi kendini tekrarlamaktan sakın ve kork,' demişti. Haşim'de bu korkuyu anlıyorum. O hakikaten kendi kendini tekrarladığı için değil, tekrarladığı şey, yani kendisi, yani şiirinin ana hattı çok basit, tekrarlanmaya değmeyecek ve tekrarlandığı zaman yaldızını kaybediveren bir nesne olduğundan böyle bir korkuya düşebilir ve bana bu halden sakınmamı söyleyebilirdi. Fakat ben şahsen bizim için - diyalektik materyalist realist muharrir olmak isteyenler için - böyle bir korkunun varit olamayacağını sanıyorum."

Naşid Özcan (1886-1943)
Naşid sahici halkı, dekorsuz, ışık oyunları tertibatı olmayan bir sahnede ve kendi tabiriyle 'kalorifersiz bir tiyatro salonunda' güldürmesini bilen en büyük sanatkârımızdır.
;"Halkın sevgisi ne güzel şey. Halk çok güç sever. Sevgisine en ufak bir ihanet yapılırsa hemen ya unutur, ya düşman kesilir.
"Naşid yıllardır bu sevgiyi bir bayrak gibi taşıyor."


Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir, 1886-1973)
"Şakir büyük şairdir. Hiçbirimiz onun ayarında, klasik manasıyla, lirik anlayışla şair olamadık. Fakat oğlanda bu şairlik öyle azıtır ki, bazan ŞAİRANE olur."

Refik Halit Karay (1888-1965)
"Sabahattin Ali'nin Değirmen ve bilhassa Kağnı adındaki kitapları çıktıktan sonra, Refik Halit'in Memleket Hikâyeleri hakiki mahiyetlerini daha açık ortaya koydu. Refik Halit güzel, renkli, kokulu, elle tutulur, gözle görülür bir Türkçeyle bize bir devir içindeki Anadolu kasabalarının memur tiplerini vermiştir. Yoksa Anadolu köylüsünü ve kasabalısını değil."

Osman Cemal Kaygılı (1890-1945)
"Osman Cemal halk muharriridir. Yani bir muharrire verilebilecek en güzel, en temiz, en değerli sıfatlardan birini halk ona vermiştir. Halk ona 'halk muharriri' demiştir.
"Halk sözü geniş bir insan kalabalığını ifade eder. Halk sözü kendi damı altına fıkara ve orta köylülüğü, esnafı, zanaatkârı, işçiyi ve münevverliğin bir tabakasını toplar."


Muhsin Ertuğrul (1892-1979)
"Türk tiyatrosunun kurucularından ve gayretli teşvikçilerinden Muhsin Ertuğrul, Sanat Tiyatrosu'nda edindiği tecrübeleri Meyerhold'unkiyle başarılı bir şekilde birleştirmesini bilen bir kişi idi : Kendisi birçok kere Sovyetler Birliği'ni ziyaret etmişti. Meyerhold ve Stanislavski'yi şahsen tanıyordu; onların anlatım şekillerinin - her ne kadar birbirlerinden oldukça ayrılsalar da - sentezi Türk tiyatrosunun kurucusunun yapıtında gerçekleşiyordu."
Nurullah Ataç (1898-1957)
"Bence yazılarımı en iyi anlayan münekkit Nurullah Ataç'tır. Belki her zaman beni benim okuyucularımın anladığı gibi anlamıyor. Fakat birçok tenkitlerinden şahsen istifade ettiğim için Nurullah Ataç'ın beni çok defa iyi anladığını sanıyorum. Hani o adeta benim 'resmi' münekkidim gibi bir şey..."

Peyami Safa (1899-1961)
"Peyami, sosyal bakımdan şayanı dikkat ve arsıulusal bir tiptir. Çünkü onun sürülerle benzerine, sade Türkiye'de değil, birçok büyük Avrupa şehirlerinde de rastlanır. Ve onlar, yani Peyami ve benzerleri, sosyal temelleri çürümüş bir cins küçük burjuva münevverliğinin marka malı olmuş öyle nümuneleridir ki, ideoloji bakımından karanlık bir çıkmaz içinde çırpınır dururlar...
"Peyami'nin Babıâli Caddesi'ne düştüğü andan bugüne kadar geçen fikri hayatını tetkik edersek şunu görürüz : O boyuna sağ ve sol arasında bocalamıştır. Bir kapıya kapılandığı, cebi para gördüğü müddetçe sağa gitmiştir. Her kapılandığı kapıdan kovuluşunda, her maddi sıkıntıya düşüşünde sollaşmıştır. Fakat sağa gittiği zamanlar, sola karşı provokasyonlar tertip eden üstat, en sollaştığı vakitlerde bile sağı kollayacak kadar kurnazlık göstermiştir."

İlhami Bekir Tez (1906-1984)
"İlhami Bekir bir buçuk seneden beri uğraştığı yeni şiirde büyük ve derin adımlar atmıştır. Bu süratli terakkide, hiç şüphesiz, şairin eski şiir kültürünü iyi benimsemiş ve o vadide yazı yazanların birçoklarıyla kabili kıyas olmayacak derecede muvaffak olmuş bulunmasındandır..."
Sait Faik Abasıyanık (1906-1954)
"Sait Faik'in hikâyelerinden bazıları hoşuma gitti. O hâlâ atmosfer vermekle meşgul, insanları tam canlanırken, yaşamaya başlarken ölüveriyorlar. Mamafih usta bir sanatkâr."
"Yahu şu son günlerde Sait Faik'in hikâyelerini okuyorum tekrar. Allah rahmet eylesin, ne büyük, ne gerçek şairmiş oğlan. Onu son gördüğümüz günleri saatlarce düşündüm. Yüreğim burkuldu..."
Kemal Tahir (1910-1973)
"Sen doğrusu iyi, güzel ve temiz çalıştın. Çıkar da eserlerini neşredersen Türk edebiyatı roman denilen tarza da kavuşmuş olacak. Bizde ilk gerçek romanı sen millete tanıtmış olacaksın."

Sabahattin Ali (1907-1948)
"Sabahattin Ali Türk edebiyatında ilk olarak, halkı, onun alelade bir seyircisi gibi değil, ona bağlı bir muharrir sıfatıyla anlatmıştır."
"Bana öyle geliyor ki, Türk hikâyesinde Sabahattin Ali, sosyalist realizmin ilk habercisidir. Ve kendisinden sonra, edebiyatımızda sosyalist realizmin eserlerini yaratacak olanlar, ona çok şey borçlu olacaklardır."

Bedri Rahmi Eyuboğlu (1913-1975)
"Bedri Rahmi'nin İstanbul Destanı'ndan parçalar okudum. Elbette Bedri Rahmi, bence, yaşayan Türk şairleri arasında en iyisi. Ressamlığını beğenmeyenler de, şairliğini beğenmeyenler de halt etmişler..."

Abidin Dino (1913-1993)
"Oradaki başarılarınla övünüyorum. Türk resminin yüzünü ak ediyorsun."

Orhan Kemal (1914-1970)
"Ben senin memleketimin en büyük muharrirlerinden biri olacağına eminim... İnsanların birçok taraflarını doğru olarak değerlendirmekte çok yanılmışımdır. Yanılmadığım bir şey varsa o da bir insandaki sanat kabiliyetidir. Beni yalnız bu hususta dolandırmadılar. Sende sanatkâr malzemesi, yapısı, soluğu mükemmeldir. Sana doludizgin güveniyorum."

Oktay Rifat (1914-1988)
"Oktay'ın şiirlerini beğenmene memnun oldum. O delikanlının birçok şiirlerini ben severim. Kusuru, şiiri daha ziyade kurnazlığıyla yazıyor. Kurnaz şiirler yazıyor. Kurnaz şiirler insanı bir bakıma ve bu yolda ısrar edildiği takdirde, darlığa, sathiliğe götürür."

Aziz Nesin (1915-1995)
"Burada Aziz Nesin mizah yazarlarının başlıcalarından oldu. Onun bu haklı başarısına seviniyorum."

'NAZIM HİKMET 'İÇİN YAZILANLAR (6 )

Pablo Neruda (1904-1973) Şilili şair

GÜZ ÇİÇEKLERİNDEN NÂZIM'A ÇELENK

Niçin öldün Nâzım?
Ne yaparız şimdi biz
          şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
onda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
      gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?

Kardeşim,
öyle derin duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
       kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir,
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.

Al sana bir demet Şili kasımpatlarından,
al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi dövüşümü  
ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma güç
                                       veren dostluğundan yoksun.

Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek.

Ne yapayım ben şimdi?
      Tasarlanabilir mi dünya
      her yana ektiğin çiçekler olmadan?
Nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
      senin halk zekânı, ozanlık gücünü duymadan?
Böyle olduğun için teşekkürler,
      teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.


                                                                      Çeviren: Ataol Behramoğlu




ONUN İÇİN YAZILANLAR


Formun Üstü
Formun Altı

Howard Fast (1914-199?) A.B.D.'li romancı

NÂZIM HİKMET'E

Kendi duvarların nasıl tutamadıysa kelimelerini,
bizim duvarlarımız da tutamadı, kardeşim,
kelimelerin buldu bizi.
O gün cezaevinde geldi yanıma
pek iyi bildiğin cezaevi fısıltısıyla
o ince yazar, Albert Maltz...
Hayatı anlatan şeyler söylemekti onun suçu da,
barışı, umudu, özlenen şeyleri...
Özgür olduğunu söyledi bana.
Özgür, dedi, Nâzım Hikmet özgür artık,
özgürlük içinde dolaşıyor kendi ülkesinde,
açık alınla söylüyor türkülerini bütün insanlar için.
Nasıl anlatırım dostum, yoldaşım, kardeşim,
hiç görmediğim ama çok yakından bildiğim,
başımın üstünde tuttuğum kardeşim benim...
nasıl anlatırım bunun anlamını sana?
O anda biz de kurtulmuştuk çünkü.
Çünkü seninki gibi bir türkü tutturmuştu benim kalbim de,
kimseyi senin kadar yakından tanımadım,
senin kadar, senin gibiler, bizim gibiler kadar,
ulusların üstünde bir kardeşlik kuran;
bir de bizi susturacaklarını sanıyorlar,
suspus edeceklerini duvarların ardında.
Senin uğruna ufak bir tokat atmıştık bir zamanlar,
ama sen oldun bizi kurtaran
ülkenden millerce ötedeki bir ülkenin iki yazarını,
kötülerin kötü işler çevirdikleri bir ülkenin,
özgürlüğün utançla başını eğdiği bir ülkenin,
ama uyanacak bir ülkenin yazarlarını.
Sen kurtulunca anladık biz
kısa süresini kendi duvarlarımızın,
soytarıların, yılışık katillerin kurduğu duvarların;
ışığa, zafere giden yolda kısa bir süredir bu...
ama bunları anlatmanın ne gereği var,
sen zaten biliyorsun yüreğimizin türkülerini!


                                                                      Çeviren: Ülkü Tamer



Yevgeni Yevtuşenko (d.1933) Sovyet şairi

NÂZIM'IN YÜREĞİ

Usanınca gerçeklerin yalanından,
kaygan, yüzsüz baskıdan,
tunç Nâzım'ı anımsarım
ve sesini
      biraz hançerimsi :
             "Merhaba kardaşım...
      Ne o, neden yüzün asık öyle
             Boş ver!
      Yoksa şiir mi takıldı bir yerde?
             Gel, birlikte bitirelim.
      Paran mı yok?
             Bakarız bir çaresine, dert değil.
      Kız mı?
             Aldırma bulunur..."
Oysa asıl kendisinde var bir şey,
                  içini kemiren
             yüz çizgilerinden dehşetle akan :
             "Hepsi iyi de,
                 şu yürek ağrısı...
             Adam sen de
                 ağrıyadursun, yaşıyoruz ya..."
Kimisi için şiir bir roldür,
Kimisine bir dükkân,
           kazançtır.
Onun içinse ağrıdır şiir,
           rol değil.
Nâzım'ın yüreği de ağrıdı durdu işte.
Üzerine titreyen doktoru bir gün,
hani pek de güvenemeyerek,
uyarmıştı beni :
            "Bakın" demişti,
            "keskin konulardan kaçının ki
            ağrımasın Nâzım'ın yüreği..."
Hey gidi doktor...
       Hastanız gitti.
Yaramadı çabalarınız.
Yüreğiyse onun
       gizli gizli çarparak
       sürdürdü ağrısını
             ölümünden sonra da.
İçindeki acı için ağrıyor,
Türkler için, Ruslar için ağrıyor,
kendisi gibi mahpusta özgür olanlar için
özgürlükte mahpus gibiler için
            ağrıyor.
Hapishane acılarıyla yanan o yürek
      - ölümden sonra bile -
        dinlemiyor doktorları,
korkak olduğumuz zaman 
           ağrıyor.
Neme gerek dersek
           ağrıyor.
Onun gibi açık yürekle :
            "Merhaba kardaşım..."
             diyemezsek ağrıyor...

Varsın ağrısın
       hepsi için yüreklerimiz,
       tek ağrımasın Nâzım'ın yüreği.


                                                                      Çeviren: Ziya Yamaç





ONUN İÇİN YAZILANLAR


Formun Üstü
Formun Altı

Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956)

BİR ŞEY

I

Bir şey ki hava gibi ekmek gibi su gibi
Lazım insana lazım onsuz yaşanılmıyor
Ana baba gibi dost gibi yavuklu gibi
Kalp titremeden göz yaşarmadan anılmıyor.

Bir şey ki gözümüzde memleket kadar aziz
Aşk ettiğimiz kendimize dert ettiğimiz
Adını çocuklarımıza bellettiğimiz
Bir şey ki artık hasretine dayanılmıyor.

II

Bir şey daha var yürekler acısı
Utandırır insanı düşündürür
Öylesine başka bir kalp ağrısı
Alır beni ta Bursa'ya götürür.

Yeşil Bursa'da konuk bir garip kuş
Otur denmiş oracıkta oturmuş
Ta yüreğinden bir türkü tutturmuş
Ne güzel şey dünyada hür olmak hür.

Benerci Jokond Varan Üç Bedrettin
Hey kahpe felek ne oyunlar ettin
En yavuz evladı bu memleketin
Nâzım ağbey hapislerde çürür.






ONUN İÇİN YAZILANLAR


Formun Üstü
Formun Altı

Attilâ İlhan (d.1925)

MÜJGÂN'A AŞK ŞARKILARI

- 2

o akşam da lambamızı söndürmüştük nedîm ile
nedîm'den bile kıskandığım sevdiğim ile
son şarkılar dağılmıştı mevsim ile
yalnız çamlıca'da bir ud yankılanırdı

dünyayı tumturaklı bir yalan sayanlar
yalanın dehşetini yaşlandıkça anlar
nâzım'ın piraye'yi sevdiği zamanlar
ölse ölümünden ne suçlar çıkarılırdı

boğucu bir sessizlikte ateşten goncalardır
o demirden şiirler ki sanki tabancalardır
umutsuz hangi gününde el atsan ateşe hazır
nâzım onları yazarken duvarlar çatırdardı

gördün sessizce buluştuğunu nâzım'la nedîm'in
lacivert ıssızlığında yıldızlı bir serviliğin
birinin elinde varidat'ı simavnalı bedreddin'in
birini ağzında gül elinde mey kâsesi vardı



Arif Damar (d.1925)

FERHAT'IN KAZMASI DÜŞMEZ ELİNDEN

Bizim Anadolu'muz var ya Erzurum Yaylası Palandökenler
      Ağrı Çukurova'mız
Aklıma düşünce öyle bir seviniyor öyle bir seviniyorum ki
Bizim çetin halkımız
      Çanakkale Kurtuluş Savaşı'mız
             Şeyh Bedreddin Pir Sultan Nâzım Hikmet
Aklıma düşünce öyle bir seviniyor öyle bir seviniyorum ki
Kızılırmak Yeşilırmak Dicle Fırat
Bütün öteki akarsular
Hep birlikte akıyorlar akıyorlar akıyorlar
Aklıma düşünce öyle bir seviniyor öyle bir seviniyorum ki

DÖRTLÜK

Büyük şairdi sevdi sevdalandı Nâzım Hikmet
Karasevdamızı sevdi türküsünü güzel de söyleyerek
O kadar aşk her şey türküsünü sürdürmek içindi
Karasevda emekçinindi emek içindi


Turgut Uyar (1927-1985)

BÜYÜK GURBETÇİ

                         Senin adın bir deftere yazıldı
                         Eskimez bir mavi deftere
                         Adın
                         Yazıldı
Erenköyünde bir bahar eskir
Savrulur ve eskir sürekavları
Kuzey yarımkürenin çok koyu mavi bir gecesinde
Aşkı Türkçe kavramanın sağlamlığı başlayınca
Bir öğrenci yatakhanesinde
Uzak asyalı bir başka öğrenciyle çatışınca
Bir sürü ıvır zıvır ve ekimler
Bir kahramanlık sandığımız kendimizi
Eskir ucuz ormanlarda yürek avları
Ve eski anaların belbağladığı hekimler
Eskimez senin gurbetçiliğin
Yanar, tüter, dağılır
Ve ince bir duman eskir bir kalın duman adına

Gurbet bir yazgıdır ulusuna
Güneşe çıkmak gibi, alınteri bilinir
Gurbet bilinir, bir duyarlıktır, bir meslektir

Sen herhalde en iyi bilirdin bayramları
Paşalarla, yalılarla uzlaştırılan
Kısa kış akşamlarını, uzun yaz akşamlarını
Kayalar, kayalar ve sahipsiz dağlar adına
Bir türkü gibi öfkede söylenen
Issız hanlar, bilgece susmalar, bakımsız bağlar adına
Puslu ve telaşlı garlardan kaçırdığın
Bir pençeden, bir katılıktan kayırdığın
Her ülkede söylenen bir türkü gibi
Aklığın, eskimez bir kış güzelliğinde
Sıcak evler, karlı yollar, bağlılıklar adına
Bir zorbalığa direnmek adına
Anlaşılmazsa
Söğütler yeşermez, balıklar bırakmaz döllerini

Ellerin bir gezinmedir uykularda
Kimine korkudur, ısınmak kimine

Eskimez bir kış güzelliğinde
Kuzey yarımkürenin çok koyu mavi bir gecesinde
Büyük bir alanda, küçük bir cezaevinde
Ve çok yabancı dilden iki istasyon-arası biletinle
Biliyorum nasıl yaşadığını senin Türkçe yokken
Mahzun ve yaşamaklı - eskimez elbet -
Ülkeni dirençle yaşamak, ülken olmayınca sözlüğünde

Sen bir ağlayış gibisin neden
Bir çocukluğu sürüklüyorsun kanında
Bir güvercin gibi parlar şaşkınlığın
Ölüme yakınlığında bir köylünün, uyumasında
Gök durur ve boncuklar durur pazarlarda
Iğdır'da, Orta Anadolu tarlalarında
Akşam oldu muydu gaz lambası yakılır
Nerde olursa olsun artık. Coğrafyada
Sürekli bir gurbet vardır.

Eskimezsin bir mayıs serpintisi gibi
Bir mayıs serpintisi ki sağlıklı
Ağustos günlerini hazırlayan. Güllerini
Sürer gurbetçiliğin.
Halksız bir yazarın acısını taşıyan
Kalebent bir şehzade gibi mahzun
Börklüce gibi sabırsız haklılığında

Öyle bir şey
Biraz uzak, biraz çıplak, ve yayan.


Cemal Süreya (1931-1990)

KALIN ABDAL

ağıtı önce söylenen
sen nereye uçuyorsun,
ağıtı önce söylenen
ölüm korkusunu atar,
sen nereye uçuyorsun
boynu usul telli turna

Pir Sultan benim ağıtım
ben de senin ağıtınım
uzar gideriz bu yolda,
sen nereye uçuyorsun
gökyüzünde kana kana

benim söylendi ağıtım
yazda kışta haziranda,
ben hep zindanlarda yattım,
en müşkülü daha sonra
kendi kendim sürgün ettim,
sen nereye gidiyorsun
bir yerlere konmayana

silah çatuben askerler,
neden silah çatıyorsun
dostum dostum aslan dostum
sen nereye uçuyorsun,
Kerem Aslı'nın koynunda
çiçeği hiç solmayana
biz ki Nâzım'dık dünyada
rumelli kalın abdal,
uçan kuşa selam saldık
sevdik oluklar boşaldık,
cemi cümle bir sofrada
muhannetlik kalmayana

Cemal Süreya (1931-1990)
"Nâzım Hikmet'in önemi şurda : Bir devrim düşüncesini toptan üstlenmiş ve sonuna kadar götürmek cesaretini göstermiştir. Öte yandan şiirinde - anlatımında, kullandığı imgelerde, dil tutumunda - düşüncesinin, hayatının, varoluşunun karşılığını bulmuştur. Başka şairlerde görmeye alıştığımız, düşüncenin süs ve biçim olarak, iğreti olarak serpilişi, fikrin biçim cilveleri ve anlam oyunları halinde kalıp sırıtışı yoktur onda. Düşünce biçimsel olarak değil, yapısal [structurel] olarak yerleşir Nâzım Hikmet'in şiirine. Tümdengelmez onda düşünce. Daha çok hayatın verilerinden çıkışını yapar. Bu yüzden Tevfik Fikret gibi düşünceye boğulmaz. 'Bereketli bir ırmak' gibi çoğala çoğala büyür.
"Nâzım Hikmet, şiirini hayatıyla tam doğrulamış bir şairdir. Ama daha önemlisi, siyasal tutumdaki birçok şairin aksine, hayatını şiiriyle eksiksiz bir planda doğrulamayı da bilmiştir. Devrim düşüncesiyle şiirsel yük müthiş bir bütünlenme içindedir onda. Ve bu bizim şiirimizde Nâzım Hikmet'e kadar rastlanmayan, dünya şiirinde de seyrek rastlanan bir özelliktir. Şiirsel onur yiğitlik tavrıyla bir arada gider Nâzım Hikmet'te. Şiirin en büyük deneylerinden biri." ("Sonuna Kadar" adlı yazısından)



Gülten Akın (d.1933)

NÂZIM NÂZIM

Suç çağında suçsuzluğa katlananları
Ben şairim, nasıl bağışlarım
Gül değse incinen bu yürek
Yandı bir başka biçimde Nâzım Nâzım

Tavus tüylerine şiir dizdiler
Can gözüyle baktım ayağını gördüm
Yani çirkinliği gördüm, yani cüceliği gördüm
Ömrümde kişiye şiir yazmadım

                                 Nâzım Nâzım

Yurdunu satanın adını anmam
Hayına hırsıza yok sözüm
Duydum ki dünyayı aşıyorlar
Yadellerin yiğitleri, dal boyluları
Ne sağcı oldular ne solcu
Beni aşsın diye doğurduklarım
Bir kez daha yandık, bir kez daha yandım

                                 Nâzım Nâzım

Her bilgi bir yeni burjuva
Her üst okul birkaç kuru başı çekip çıkarmaya
Ne alçalma bir lokma bir çul için
Bir yol bulup kurtulan kurtulana
İttin sınıfını rahatını, düştün mapusa yokluğa
Bey soylum paşa soylum güzel emekçim

                                 Nâzım Nâzım

Ülkende şiirlerin dolanıyor
Kavgan içten içe sürüp dayanıyor
Uzak mezarında bir kırmızı karanfil
Ne denli tutsam kendimi
Usul usul bir yerlerim kanıyor
Sonsuz gurbetçim, koca şairim

                                 Nâzım Nâzım

Suç çağında suçsuzluğa katlananları
Ben şairim, nasıl bağışlarım
Gül değse incinen bu yürek
Yandı bir başka biçimde Nâzım Nâzım


Kemal Özer (d.1933)

3 HAZİRAN 1973

korkmadan yazdı şiirlerini sokağa çıkar gibi rahat
ancak yalan söylemeyenler korkmaz rahat yazmaktan
sokağa çıkarken bildi karıştığını kimlerin arasına
kimlerin yanında yer alacağını kimlere karşı
bildi bir kavgaya raslayınca kaçmayacağını
güçlüyse bir yanı kavganın bir yanı haklı
bildi yerini alacağını haklının yanında
savaşacağını yılmadan boyun eğmeden güçlüye

apaçık yazdı şiirlerini bir avuç su içer gibi yalın
ancak haklı olanlar korkmaz yalın konuşmaktan
ırmağa bakarken dedi su nasıl her şeyi gösterirse
hangi kaynaktan çıktığını döküleceğini hangi denize
ağaç nasıl sererse gözler önüne tohumu ve çiçeği
duru olmalı öyle konuşulan söz de eylem de
insana aykırıdır çünkü doğaya aykırı olan
çünkü engelleyen yok bulanıklıktan başka gerçeği

umutla yazdı şiirlerini sabahı bekler gibi doluyürek
ancak emek verenler korkmaz yarını beklemekten
içeri girerken düşündü bir gün açılacağını kapıların
toprakta tohum neyse insan odur dört duvar arasında
ne çaresizlik yaraşır ona ne eli kolu bağlı oturmak
yeter ki bilsin terden varılacağını mutluluk harmanına
bilsin girdi mi savaşa dayanmak gerekeceğini
güneşin er geç buluttan çıkacağını ihanet etseler de

verimli bir şafak dölüdür nâzım'ın şiiri
inmiş yeryüzü tarlasına insan dilinden
eğitir bilinç ocağında kiminin yüreğini
kiminin ateş yağmurudur ter dökmeyen alnına


Özdemir İnce (d.1936)

OZAN

I.

Kar yağdı bütün kış. Bir ağır düş.
Kar yağdı bütün kış kederli ülkemize
ormanın soluğu ıslak toprakla birleşti
karayel budayıp geçti bütün yamaçları
ak kefenler sarardı ve çürüdü durup dinlenmeden
buruştu çocuklar silinip gitti çoğu
kızamık gülleri açmıştı omuzlarında

Kar yağdı bütün kış
ve ben düşledim seni
Ülkemiz yurdumuz sevdamız kardeşliğimiz
ülkemiz yurdumuz aydınlığımız gençliğimiz
yedi yaşında otuz yaşında yetmiş yaşında
çağların tuzlu kemiklerinde birleşen
ülkemiz yurdumuz yani yenilmez umudumuz
ülkemiz yurdumuz kocamayan gelinimiz
yazan kalemimiz öfkeli sevincimiz
alın yazımız bitmez çilemiz

Ülken ve yurdun
ıslak hücreler dar odalar ağır anahtarlar
yetesin diye bu taşlar ormanında
kulak zarın yırtılsın diye sessizlikten
sararsın diye sesin demir parmaklıklarda
kireç tutsun paslansın diye eklem yerlerin
ülkeler ve yurtlar kurdular sana
kara anahtarlar ve soğuk odalardan

Kar yağdı bütün kış
kederli ovaya

Bir madenciydin ayağa kalkışınla
bir sabır yarattın köylü duyarlığınla
dostlar her zaman dost olmasa bile
metrelerle ölçülse de genişlik
bir işçi bir köylü gibi yaşadın günü-geceyi
umudun işçisi sabrın köylüsü
bayram yeri gibi onurlu yüreğin
dostlara pay ettin yıllar boyunca.

II.

Sen memleketten uzak
hasretin bir türlüsüyle delik deşik yürek
dalgın yorgun ve yalnız
bir otel odasında
malın-mülkün olmadı
hasretten başka

Sen memleketten uzak
hasretin bin türlüsüyle delik deşik yürek
dalgın yorgun ve yalnız bir otel odasında
tepeden tırnağa âşık
sevilen her kadına
tepeden tırnağa âşık
mavi tana köpüren suya yeşeren ota
kırmızı balıkların

Kara gözlü karıncaların dostu
trenlerin uçakların vapurların eksilmez yolcusu
on dokuzunda delikanlı
altmışında delikanlı
usanmaz ve uslanmaz sevdalı
belki Paris'tesin St. Michael Rıhtımı'nda
hava güneşli ve sancımıyor yüreğin
sen memleketten uzak
hasretin bin türlüsüyle delik deşik yürek
bir güvercin gibi geçer İstanbul
mavi gözlerinin içinden
Sarayburnu Kadıköy Gülhane Parkı
bir acı sözünle geçer
mavi kederli gözlerinin içinden
belki uçarsın karlı Ukrayna ovalarını
aklında Tuz Gölü Konya Ovası
aklında ülken sekiz bin metre yukarlarda
Lejyonerler Köprüsü'ndesin belki Prag'da
Vıltava suyunun köpüklerinde gözün
ama aklın İstanbul'da Beyazıt Meydanı'nda
Bursa'da Çankırı'da Diyarbakır'da
yaşarsın en belalısını sanatların
yaşlı yorgun ülkenden uzak
ekmeğini kendi öz kanına banarak
kederli bir ırmak gibi çoğalarak
kendi sıcak dost masmavi denizlerinden uzak
yaşarsın en kanlısını sanatların

Sen memleketten uzak gurbet işçisi
hasretin bin türlüsüyle yaralı ozan
senden öğrendim umudun söz dizimini
senden öğrendim inancın tatlı dilini
sen on dokuzunda sevdalı ve delikanlı
sen altmışında sevdalı ve delikanlı
sen memleketten uzak gurbet işçisi
hasretin bin türlüsüyle yaralı ozan
ustam benim! hasretlerin, ayrılıkların ozanı!


Metin Demirtaş (d.1938)

SORGUDA

İlerlemiş bir saatinde gecenin
Sorgudayım
Uykusuz ve yorgunum
Karanlık, sidik kokan
Bir mahzende geçiyor günlerim
Suçluyum Nâzım'ı okumaktan
Emperyalizme karşı olmaktan
Halkımı sevmekten

Soruyorlar
Söylüyorum budur suçlarım
Biri bir tokat savuruyor yüzüme
Biri bir tekme
Ama ben devam ediyorum yine
Suçlarımı sayıp dökmeye

Tarlalarda ekip biçenlerin
Fabrikalarda dokuyanların
Tütün yolunda tükenip gidenlerin
Dostuyum
Düşmanıyım onları sömürenlerin
Ve bilmiyorum ne ad veriyorsunuz
Bütün bunlara
"Müesses nizamı yıkmak" mı
"Bir sınıfı bir sınıfa düşürmek" mi
Ama bir şey var çok iyi biliyorum
Yüzyıllardır değişmemiş bir gerçek
Fakat değişecek.


Tristan Tzara (1896-1963)
"Baştan başa Türk ulusunun umutlarını soluyarak Nâzım Hikmet'in şiiri bütün ulusların ortak dileklerinin alabildiğine insansı anlatımını kucaklıyor. Bu anlamda, Nâzım'ın şiiri günümüz insanının ekinsel alanının sahibidir ve tarihsel değerinin gürlüğüyle sürekli bir hakikat değeri kazanır.
"Her ne kadar yadsınamaz bir özgünlüğü de olsa, Nâzım'ın şiiri çağdaş Batı şiirinin yapısına yabancı değildir. Özellikle Mayakovski ve Garcia Lorca'nın yapı çizgisindedir. (...)
"Nâzım'ın memleketinin edebiyatında oynadığı tarihsel rolün bilincine varanlar artık biliyorlar ki, Nâzım'ın adı, yığınların karşıdevrimin karanlık kuvvetlerine karşı yapmakta olduğu gürlütüsüz ama güçlü savaşla bağlantıdadır." ("Nâzım Hikmet Üstüne" başlıklı yazısından.)
Çeviri : Mehmet Tuncay


Louis Aragon (1897-1982)
"Nâzım, senden bana ilk 1934'te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim. Dostluğumuz otuz yıl sürmedi. Ne kadar az, otuz yıl. 1950'de, bizler, yani Türk halkı ile dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldın. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin... Hapisane dışında on üç yıl, ya da buna yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam bu. On üç yıl, çok şey. Hapisane dışında öldün, bu da çok şey." ("Nâzım Hikmet İçin" başlıklı yazısından.)
Çeviri : Bertan Onaran        
Philippe Soupault (1897-1990)
"Nâzım Hikmet bir insandı, büyük bir şairdi. Onunla hep rastlantıyla karşılaşmışımdır. Daha ilkinden, sevinçle benimsedim onun parlaklığına tutulmayı. Yaşamının bazı dönemlerini tanıyordum yalnızca; uğradığı ve üstesinden geldiği deneylerin bazılarını biliyordum. Masallaşmıştı. Bakışıyla karşılaşınca insan, onun kaderinin örnek bir kader olduğunu görmezden gelemiyordu. Korkunç acı çekti uzun zaman, ama hiç yenilmedi. (...) Şiirleri, bilindiği gibi, hayran olunası şiirlerdi. Şiirlerini okuyanlardan, dinleyenlerden hiçbiri, okumalarından, dinlemelerinden önceki gibi kalmadılar. (...)
"Çağımızda şairin yeri, yalnızca doğrulanmış değil, aynı zamanda yükseltilmiş oldu onunla." (1964'te, Paris'te yayımlanan Nâzım Hikmet Şiini Antolojisi'ne yazdığı önsözden.)
Çeviri : Afşar Timuçin

Jean-Paul Sartre (1905-1980)
"Ben her şeyden önce onun insan olarak büyüklüğünü ve kabına sığmaz enerjisini hatırlatmak istiyorum. Onu ağır hastalığı sırasında tanımış, yaşamak ve savaşmak iradesi karşısında şaşıp kalmıştım. Ama beni asıl etkileyen onun hüzünlü ve alaycı uyanıklığı oldu. Eziyetlerden, ölümlerden kaçıp kurtulan bu adam - başkalarının yaptığı gibi - dinlenmiyordu. Biten hiçbir şey yoktu onun için. Dıştaki düşmanla savaşırken içteki dostların hatalarına karşı da kardeşçe bir savaşı sürdürüyordu. Herkesle birlikte barış uğruna, emperyalizme ve faşizme karşı savaştığı sırada bile, Moskova'da oynanan bir piyesinde, bürokrasinin tehlikelerine karşı arkadaşlarını uyarıyordu. Ne militan disiplininden geçti, ne de yazar eleştiriciliğinden. Bu çelişmeyi sonuna kadar yaşadı. Bu sürekli gerginlik, son yıllarda, mahpusluktan artakalan güçlerini de yedi bitirdi. Ama asıl bu yönüyle bugün bir örnek insan olarak kalıyor aramızda.
"Vefalı dost, yiğit militan, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbir şeyi görmezden gelmek istemiyordu. (...)
"Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da, sizin için aynı işi yapıyor." ("Nâzım Hikmet'e Saygı" başlıklı yazısından.)


Ahmet Haşim (1885-1933)
"Bu vezin bildiğimiz vezinlerden değil, bu lisan şiirin bizde bugüne kadar kullandığı lisana benzemiyor. Nâzım Hikmet Bey, tarzını kendi icat etmedi, bu biçimde şiirler şimdi dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım Hikmet Bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir. Bu şiirin eskisine nazaran rüchanı muhakkak. Eskiden şiir bir tek düdükle söylenirdi. Nâzım Hikmet Bey bir tek alet yerine koca bir orkestra takımı vücuda getirmiş. Fakat bu zengin orkestra, yalnız marş nevinden birtakım heyecanlı havalar çalıyor."

Yakup Kadri (1889-1974)
"835 Satır Türk şiirindeki, hatta Türk dilindeki inkılabın ilk satırıdır. (...) O, yalnız Türk şiirinde çığır açmış bir edebiyat inkılapçısı değil, hiç görmeğe alışık olmadığımız yepyeni bir şair tipidir."

Nurullah Ataç (1898-1957)
"Herhangi bir eserin güzel olup olmadığını anlamak için elimizde heyecanımızdan başka bir ölçü yoktur. Ben Şeyh Bedreddin Destanı'ndaki manzumeleri heyecandan sarsılarak okudum. Demek ki onlar benim için güzeldir. Bir insan için güzel olanın, daha birçok insanlar için de güzel olması pek muhtemeldir." (28 Kasım 1936 tarihli "Şeyh Bedreddin Dostum" başlıklı yazısından.) Mehmet Ali Aybar (1908-1995)
"GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ ÇOCUKLAR..."
"'Nâzım Hikmet'i getirdiler!..' Paşakapısı Cezaevi'nde haber bomba gibi patlamıştı. Güneşli bir bahar günüydü. Mayısın ilk günleri olmalı. Yıl 1950. Fırladım Müdüriyet'e. Merdivenleri bir solukta çıktım. Tam kapının önüne gelmiştim ki, camlı kapı açıldı : Nâzım... Sarıldık birbirimize. Yıllar nasıl da geçmişti. Bakışıyorduk konuşmadan. Ve birden Nâzım : 'Ne iyi ettin de komünist oldun,' dedi. 'Aman yerin kulağı var,' dedim. Gülüştük.
"Bir an Nâzım'ı benim koğuşa verirler diye umutlandım; boşuna umutlandığımı bilerek. Nâzım komünistlerin koğuşunda kalacaktı tabii. İndik merdivenleri. Bir gardiyan bizi bekliyordu. Koğuş hemen oradaydı. Mutluluk sahneleri bir daha yaşandı. Galip Usta ile arkdaşları Nâzım'ın yatağını hazırlamışlardı bile.
"Kâh ben onların koğuşuna gidiyordum, kâh Nâzım bana geliyordu. Mutluyduk beraber olmaktan. Nâzım Bursa'da başladığı açlık grevini sürdürmeye kararlıydı. Oysa Millet Meclisi seçimler için tatile girmişti. Yani açlık grevinin 'muhatabı' yoktu. Ama Nâzım, kamuoyunda yanlış yorumlara neden olmasından çekindiği kadar, yeni Meclis'i ve hükümeti de duvara dayamak için, greve hemen başlamak kararındaydı. Demir sıcakken dövülürdü. Haklıydı. Bizlerse onu kaybetmekten korkuyorduk. Biz de haksız sayılmazdık.
"Greve başladı. Yalnız su içiyordu. Ve sigara... Yatmasını söylüyordum. Boş veriyordu. Ziyaretçilerin de biri gidiyor, biri geliyordu. Nâzım'ın Paşakapısı'nda ilk günleri Müdüriyet'te geçti desem yalan olmaz. Neşesinden bir şey kaybetmemişti. Ama günler geçtikçe sanki hareketleri yavaşlıyordu. Grevi doktor kontrolünde sürdürmesini önerdim. 'Sen de başlama,' dedi. Ziyaretine gelen dostların hastaneye yatmasını istediklerini biliyordum. 'Ben olaya politik açıdan bakıyorum. Sen Türk solunun en güçlü kozusun; ölmeye hakkın yok,' dedim. Güldü. 'Abartma,' dedi.
"Nâzım'ın açlık grevi geniş yankılar uyandırmıştı. Gazetelerde olayla ilgili haberler çıkıyordu. Artık Nâzım'ın 'donanmayı isyana teşvik' filan gibi bir suç işlemediğini, hemen herkes biliyordu. Ve kulaktan kulağa bunun Mareşal Çakmak'ın işi olduğu söyleniyordu. Üniversiteli gençler bir dergi çıkarıyorlardı; adı 'Nâzım Hikmet'. Ve kimi aydınlar imza topluyorlardı serbest bırakılması için. Annesi elinde bir levha, köprü üstünde oğlunun salıverilmesine halkın yardımcı olmasını istiyordu. Yabancı basında da haberler çıkıyordu. Nâzım'ın açlık grevi günün olayı haline gelmişti.
"Bir gün laf arasında Nâzım, 'Senin Vatan'daki yazılarını okudum,' dedi. Bunlar İnönü'nün çok partili rejime ışık yakması üzerine kaleme alınmış taşlamamsı yazılardı. Ne var ki dizinin sonunda, ne tür bir sosyalizm düşündüğüm de açıklanıyordu. Amacı insan olan bir sosyalizm öneriyordum (Vatan, 13 Ekim 1945). Bir an Nâzım'la konuyu tartışmak aklımdan geçti. Yormaktan korktuğum için vazgeçtim. Bir daha da fırsat çıkmadı. Oysa her şiiri insanla, insan sevgisiyle dopdolu olan Nâzım'ın, bu konuda söyleyeceği kim bilir ne ilginç şeyler vardı.
"Günler geçtikçe Nâzım'ın durumu ağırlaşıyordu. Sonunda hastaneye gitmeyi kabul etti. Cerrahpaşa'ya götürüldü. Doktorlar durumun ciddi olduğunu söylemişler. Vâlâ ile Zekeriya da Meclis tatilde olduğu için boşuna ölmüş olacağını bir kez daha vurgulayarak, Nâzım'ın açlık grevine son vermesini sağlamışlardı. İktidara gelen Demokrat Parti bir süre sonra 'genel af' ilan etti ve Nâzım'ın 13 yıldır süren çilesi de böylece sona erdi.
***
"Nâzım İpekçiler'de iş bulmuştu; senaryo yazıyordu; imzasız tabii. Münevver'le, annesinin Cevizlik'teki evinde oturuyorlardı. Biz de Siret'le Kuzguncuk'ta. Pek uzak sayılmazdık. Sık sık buluşuyorduk. Münevver hamileydi. Tosun gibi bir oğlan doğurdu. Adını Mehmet koydular : Memo. Mutluydular.
"Derken Nâzım askere çağrıldı. Oysa Deniz Harp Okulu'ndan sonra çürüğe çıkarılmıştı. Yıllardır cezaevinde ikide bir kalbi tekliyordu. Karaciğeri de iyi değildi. Cezaevi Müdürlüğü durumu biliyordu. Dolayısıyla Adalet Bakanlığı da. Bildikleri halde Nâzım'ın askere çağrılması, bir şeylerin döndüğü kuşkusu yaratıyordu. Nâzım Şube'ye gitti. Durumu anlattı. Şube başkanı anlayışla karşılamış, Ankara'ya bildireceğini söylemişti. Aradan aylar geçip de ses seda çıkmayınca, hepimiz ferahlamıştık.
"Ama günün birinde Şube'ye tekrar çağrıldı. Askere alınması için emir gelmiş. Adını şimdi anımsamadığım doğu illerinden birine sevkedilecekmiş. Bir hafta sonra gel demişler. Hepimiz şaşırmıştık. Nâzım iki yıl askerliğe dayanamayacağını söylüyordu. Ama asıl onu da, hepimizi de düşündüren, bu çağrının arkasındaki maksatlardı. İki yalancı tanıkla yeniden içeriye alınabilirdi. Ya da bir kaza kurşunu...
"Hepimizin kara kara düşündüğümüz o günlerin birinde, Nâzım, 'Gidiyorum,' diye çıkageldi. Baba tarafından bir akrabası, gencecik bir insan; milyonda bir rastlanan ya da rastlanmayan, yürekli bir delikanlı, Refik Erduran, 'Abi, hani uçar gibi denizde kayıp giden tekneler var ya, seni o teknelerden biriyle Karadeniz'e çıkaracağım. Yukarıya çıkan gemilerden birine binip gidersin,' demiş. Refik'e güveniyordu. 'Çok rizikolu,' dedim. 'Evet, rizikolu. Ama başka çarem yok,' dedi.
"Sarıldık, vedalaştık. Nâzım'ı bir daha görmedim. Yıllar sonra öldü; yad ellerde. Güzel günler göreceğimize olan inancını hiç kaybetmeden." (7 Ekim 1990 tarihli yazısı.)

Abidin Dino (1913-1993)
"Günün birinde, durup dururken haşarı küçük Nâzım bir cam kıracak olmuş.
"'Neden kırdın bu camı?' sorusuna çocuğun karşılığı aydınlatıcı :
"'Camdan bir uçak yapmak için!'
"Belki yeni bir şiir türünün başlangıcı sayılabilirdi bu söz. Çok sonra Bursa Hapishanesi'ne 'Taş tayyare' adını koyacaktı tutuklu şair. Acayip bir ilişkisi olacaktı Nâzım'ın uçaklarla. Pekin'de geçirdiği 'enfarktüs' krizi üstüne apar topar Moskova'ya dönüş serüveni örneğin...
"Havana'ya uçuşu bir sevinç olmuştu, ona karşılık Tanganika'ya uçuşta yüreği çok ağrımıştı. Ve elbette oralara kadar gitmesi kesinlikle doğru değildi. Hangi sersem bu yolculuğu istemişti Nâzım'dan? Lübnan'a giderken uçak Türkiye toprakları üzerinden geçmişti, öylesine yüksekten ki, türkiye boz bir kilime benziyordu.
"Kederli kederli anlatmıştı Nâzım uçak lombozundan memleket manzaralarını seyredişini. Aşkla seyretmişti bozkırları, dağları, ırmakları, ovaları son kez." (24 Eylül 1990'da yazdığı "Yazılmamış Bir Kitaba Başlangıç" başlıklı yazısından.)

Mahmut Dikerdem (1916-1993)
NÂZIM HİKMET VE BARIŞ
"Nâzım Hikmet'in her yönüyle zengin, cömert kişiliğinin ülkemizde en az tanınan yanı onun barışçılığı, barış savaşımına ve dünya barış hareketine katkılarıdır. Nâzım'ın yaşamı ve yapıtları üzerinde yapılan incelemeler, yayımlanan yazılar bu konuyu yeteri kadar aydınlatmamıştır. Bunun başlıca nedeni, sanırım, onun sanatçı kişiliğinin ve görkemli, sarsıcı, büyüleyici şiirlerinin hep öne çıkarak tüm ilgi ve dikkatleri üstünde toplamasıdır. Diğer bir neden ise barış savaşımına yurt dışında iken, zoraki sürgünlük döneminde katılmış olmasıdır. Çünkü o yıllarda Nâzım Hikmet'in adı gibi 'barış' sözcüğü de Türkiye'de yasaklı idi, Türk dış politikası doludizgin savaş kışkırtıcılığı yapıyordu. Gerçi dost bildiği birkaç kişi Nâzım'ın barış hareketindeki etkinliklerine yurt dışında tanık olmuşlardır, ama onlar da büyük ozanın barışçı yönünü çarpıtarak yansıtmışlardır. Nitekim bunlardan biri Nâzım'ın barış kongrelerini kapitalist ülkeleri ziyaret edebilmek için bir vesile saydığını yazacak kadar büyük haksızlıkta bulunmuştur.
"Oysa Nâzım Hikmet'in gerçek bir tutku ile sarıldığı barış ülküsü yaşamının son on yıllık dönemine ayrı bir anlam kazandırmış, yurdundan ve halkından ayrı kalmanın acısına katlanabilmesine bir ölçüde yardımcı olmuştur. Bunu, dünyanın çeşitli ülkelerine yaptığı barış gezilerinin izlenimlerini taşıyan eşsiz güzellikteki şiirlerinden anlayabiliyoruz.
"Nâzım'ın dünya barış hareketi ile tanışması Moskova'ya varışından hemen sonra olmuştur. O sırada dünyada soğuk savaş rüzgârları tüm şiddetiyle esmeye başlamıştı. Hiroşima'nın üstünde patlatılan atom bombası tam 40 yıl sürecek bir siyasal çatışma dönemini, aynı zamanda bloklar arası çılgın bir silahlanma yarışını başlatmıştı. Öte yandan ise, insanlığın mutlak bir felakete doğru sürüklendiğinin bilincine varan, çeşitli ülkelerdeki bilim, sanat adamları, düşünürler, yazarlar - siyasal inançları ne denli değişik olursa olsun - militarizme, savaş kışkırtıcılığına karşı koymak, evrensel barışı savunmak amacıyla bir araya geldiler. Böylece 1950 yılında dünya barış hareketi ve onun örgütsel birliğini temsil eden Dünya Barış Konseyi doğdu. Kurucuları arasında Picasso, Neruda, Aragon, Paul Robeson, Langston Hughes'un da bulunduğu Konsey'in ilk başkanlığına ünlü Fransız fizik bilgini Frédéric Julot-Curie seçildi. Kısa zamanda Konsey'in bünyesinde insanlığın yüzakı olan büyük bilginler, sanatçılar ve devlet adamları toplandı. Bunlardan biri de Türkiyeli büyük ozan Nâzım Hikmet idi. İlerki yıllarda dünya barış hareketi bir çığ gibi büyüyecek, başta işçi sınıfı olmak üzere geniş yığınları kucaklayacaktır. Nâzım Hikmet yorgun kalbinin son atışına değin barış hareketinin içinde, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya uğrunda mücadele verenlerin ön safında yer alacaktır.
"Barış uğraşı Nâzım için hiçbir zaman kişisel hevesini tatmin ya da boş zamanını değerlendirme aracı olmadı. Barış savaşımı onun yaşamının son yıllarındaki çalışmalarının önemli bir parçası haline geldi. Asya, Afrika ve Latin Amerika'yı kapsayan gezilerinde hem sanat gücü, hem sıcak kişiliğiyle kitleleri dalgalandırarak, çevresinde toplanan gençliğe coşku aşılayarak dünya barış hareketinin canlılık ve etkinliğine katkıda bulundu. Bu gönüllü eylemlerinden dolayıdır ki Nâzım Hikmet Dünya Barış Ödülü'ne layık görülmüştür. Onun Hiroşima'da ölenlere ağıt niteliğindeki 'Kız Çocuğu' başlıklı kısa ama okuyanı derinden kavrayan şiiri birçok dillere çevrilmiş, İngilizce çevirisi Amerikalı ünlü zenci ozan Paul Robeson tarafından bestelenerek barış kurultaylarında bir ağızdan söylenen bir türkü olmuştur.
"Nâzım Hikmet'in barışçılığı yalnız yüreğindeki engin insan sevgisinden değil, kendisini adadığı davanın doğasından da kaynaklanmıştır. Tüm değerlerin yaratıcısı olan insan emeğinin savaşla yok olmasına en başta emekçi sınıflar razı olamazdı. Nâzım da kendini bildiğinden beri onların yılmaz, yiğit savunucusu olmuştu. Bu kimliği ile de katıldığı barış hareketindeki seçkin yeri unutulmayacaktır." (Eylül 1990 tarihli yazısı.)


         Memet Fuat (d.1926)
"Nâzım Hikmet Türk kültürünün bütün insanlığa armağan ettiği uluslarüstü bir değerdir. İngiliz şairi Shakespeare ne kadar İngiltere'ninse, ya da İspanyol şairi Lorca ne kadar İspanya'nınsa, Türk şairi Nâzım Hikmet de ancak o kadar Türkiye'nindir." (Ocak 1989'da yapılmış bir konuşmadan.)

Selahattin Hilav (d.1928)
"Nâzım'ı zindanlarda çürütenler, şiirlerini, güzel el yazılarıyla not defterlerine geçirirlerdi. Kendi rütbelerinden kapıkulları arasında (yani yabancının, yani halkın bulunmadığı yerde), coşkunluğa kapıldıkları zaman ezbere okumaktan da geri kalmazlardı. Sormaya kalkışsanız, Nâzım'ı niçin beğendiklerini de kendilerince mantıki bir temele oturtup açıklarlardı : 'Büyük şairdir, sanatçıdır, ama kişiliği ve şahsi fikirleri bizi ilgilendirmez,' derlerdi... 'Biz onun sadece şair yanını sever ve beğeniriz.' Aradan yıllar geçti, Doğu faşizminin yıllar boyunca hem kendisini, hem şiirlerini sürgün ettiği 'söz sultanı' eserleriyle geri geldi. Türk şiirinin gerçek sahibi dönmüştü; istense de, istenmese de tartışmanın merkeziydi artık. Çeşitli sosyal olayların sonucu olarak resmi yasaklamalardan sıyrılmıştı ama, daha gizli ve geniş bir engellemeyle karşı karşıyaydı : 'Nâzım bir mittir [efsanedir]; sanat alanındaki başarısını kişisel serüvenine borçludur, yazdığı şiire değil,' denildi bu sefer de... 'Büyük şairdir ama kişiliği, serüvenleri ve fikirleri bizi ilgilendirmez', yani bunlar yanlıştır, batıldır diyenler onun şairliğini kabul ediyorlardı, ama bir mit haline gelmiş olan yanın kabul etmiyorlardı; yıllar sonra mit haline gelmiş yanını kabul ettiler, ama şairliğini kabul etmediler. Bu iki iddianın, temel bakımından aynı olduğu ve iddialardan herbirini teşkil eden çifte yargılarda (Nâzım şairdir, mit değildir / Nazım mittir, şair değildir) sadece yüklemlerin yer değiştirmiş olduğu gözden kaçtı... Mit olmayı ve şair olmayı birbirinden ayırmanın mümkün olduğunu sanan köhne bir düşünce yatıyordu bu iddiaların altında. Şüphesiz ki Nâzım aynı zamanda bir mittir. Ama yirminci yüzyılın bağrından çıkan iki üç mitten biri... (...) Mit kelimesinin içinde, şişirilmiş ve sahte kıymetlerin yanı sıra eserlerini kanlarıyla yazanlar ve hayatlarını eserleri kadar coşkunluk, düşündürme ve duygulandırma kaynağı haline getirmiş olanlar da var. Nietzsche'yi, Rimbaud'yu, Mayakovski'yi, Artaud'yu düşünelim Kâzip şöhretler ilgilendirmez bizi; onların hakkından zaman gelir. Ama yukarda adlarını andığımız kimseler ve onların benzerleri, yani, hayatlarıyla eserlerini sınırsız bir çilenin, feragatın, cesaretin ve acının içinde eriterek yepyeni gerçekleri keşfeden ve herkesten önce sezdikleri bu gerçekleri insanoğlunun bilincine sanat aracılığı ile armağan edenler bizi ilgilendirir. (...)
"Diyelim ki, Nâzım bizim 'mit' ihtiyacımızı karşılıyor; bundan ötürü onun sanat değerini değil de mit yanını görüyoruz. Diyelim ki, biz 'mit'e muhtaç bir ulusuz. Peki Sovyet halkları, peki Çin halkları, peki Güney Amerika halkları, peki Kübalılar, peki Vietnamlılar da mı mite muhtaç? Onlar da mı Nâzım'ın mit tarafını önemseyip, sanat değeri konusunda aldanıyorlar?"
"Nâzım H("Son Sanat Tartışmaları ve Nâzım Hikmet" başlıklı yazısından.) Afşar Timuçin (d.1939) i kmet'in şiiri gerçek anlamda bir arayışın şiiridir. Her sanat arayıştır, her yapıt bir insan araştırmasıyla ilgilidir. Ancak bazı yapıtlar insanı daha genel açıdan, daha bildik, daha alışılmış görünümleriyle ele alırken, bazı yapıtlar insana daha köklü, daha köktenci bir tutumla yönelirler. Dehanın özelliği insanı ortaya çıkarmak adına kılı kırk yarmasıdır. Şiir dehası Nâzım Hikmet insana kabataslak bakmakla yetinmez, insanı bilgece ele alır, filozofça tartışır. Bunun bir bilgi işi olduğu kesindir. Sanatçının gündelik bilgiyle yetinemeyeceği de kesindir. Nâzım Hikmet'in büyüklüğü, bütün bir insanlık kalıtından en yüksek düzeyde yararlanabilecek bir bilinç yüksekliğine ulaşmış olmasından gelir. Anlamak için bilmek, bilmek için anlamak gerekir. Sanatçı da bu zorunluluktan kaçamaz. Nâzım Hikmet bu zorunluluğu erkenden sezmiş, kendini her şeyden önce bir bilgi insanı olarak yetiştirmenin yollarını aramıştır.
"Nâzım Hikmet son derece bilgi tutkunu bir sanatçı olduğu gibi, etkilenmelere de son derece açık bir sanatçıdır. Onun sanatındaki etkilerden söz ederken domuzuna bıyık altından gülmeye çalışan insanlar, sanatçının en yüksek düzeyde etkiler alabilen bir kişi olması gerektiğini bile bilmeyecek kadar boş insanlardır. Herkes etki alamaz, herkes aldığı etkiyi sağlıklı bir biçimde özümleyemez. Bir Mayakovski'den, bir Baudelaire'den, bir Aragon'dan etkilenebilmek için onların bilinç düzeyine ulaşmış olmak gerekir. Sanatta gerçek etkilenme, yüksek düzeyde etkilenme alt düzeyde bir bilinçle, gündelik bilgilerden oluşmuş bir bilinçle sağlanamaz. Rahatça, çekinmeden, hiçbir sinsi eğilim icinde olmadan şunu söyleyebiliriz : Nâzım Hikmet'in şiiri büyük etkilerle kurulmuş bir şiirdir. Onda her şey bilgece ya da bilgince düşünülmüştür, hiçbir şey raslantıya bırakılmamıştır. Kimi sanatçı denize olta sarkıtır gibi kendi içine bir tarayıcı salar ve oradan sezgiler, duygular, düşünceler derleyerek yapıtını oluşturmaya girişir. Nâzım Hikmet'in şiiri böylesi bir gelişigüzellikten uzaktır. Nâzım Hikmet'in şiirinde her şey üst düzeyde bir kavrayış ve üst düzeyde bir açıklama adına uzun uzun tartışılmıştır. (...)
"Her sanatçı sanatını, bu arada estetiğini kendi yaşam koşulları içinde, kendi yaşam koşullarına göre geliştirir.
"Sanatçının sanat deneyleri, başka sanatçıların sanat deneyleriyle güçlendiği ve bütünleştiği ölçüde önem kazanır. Bu, başka sanat çabalarının bize yol göstermesidir. İşte etkilenme bu noktada önemli olur, bu noktada kurucu bir anlam kazanır. Sanatçı yalnızca sevip saydığı üç beş sanatçının değil, bütün bir insanlık tarihinin etkilerine açık olmayı bilen kişidir. Bir sanatçının büyüklüğü, almış olduğu etkilerin büyüklüğünden gelir. İnsanlığın güçlü kalıtından yararlanabilmek, bunu ne kadar söylesek azdır, ancak yüksek bir bilgi düzeyinde olmakla olasıdır. Bu yüksek bilgi düzeyi, Nâzım Hikmet'te de gördüğümüz gibi, aralıksız tartışmalar düzeyidir. Her şeyin yaşamsal zorunluluklar gereği enine boyuna tartışmalarla kurulduğu bir dünyada sanat da tartışmalar içinde varolacaktır. Bu tartışma yapıtın doğasına katılır, varlığına siner, her şeyinde yansır. Her yapıt bize daha ilk adımda tartışmasız bir insan yaşamı olmayacağı gerçeğini duyurur. Bu yüzden sanatçı bakışıyla tekçi bakış, sanatçı gözüyle bütüncü insan gözü bağdaşmalardan uzak iki ayrı kutup oluşturur. Bir başka deyişle, her şeyi bir biçim görmek isteyen insan sanatla uzak yakın ilişkisi olmayan, olamayacak olan insandır.
"Nâzım Hikmet bilen, bildiği için de iyi gören bir sanatçıdır. Bakışı kaygan değildir, tersine kesinliklidir. Ancak bu kesinliklilik bir tekyanlılıktan kaynaklanmaz. Kimi sanatçı bakışını nerdeyse her şeye olur demeye hazır çok geniş bir açıdan dünyaya salar. Bu tür sanatçılar bize kesinliklerden çok kayganlıkları duyururlar. Nâzım Hikmet gibi sanatçılar, daha belirgin bir dünya görüşü içinde yer alan sanatçılar bu tür kayganlıklardan uzak kalırlar. (...)
"O hem bir sanatçı, hem gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur. (...) Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir : Gerçek bilgi toplumun ve tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir, buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır. İnsan ancak başkalarıyla insandır.
"Bu bakış açısı doğal olarak Nâzım Hikmet'in estetiğine temel anlamını verir, ana özelliklerini kazandırır. Onun şiiri tekbiçim, tekyanlı, tekdüze, öğretici, bildirici, kafa açıcı, adam edici, kandırıcı, insanları doğru yola yöneltici bir şiir değildir; onun şiiri toplumda olduğu gibi, insan yaşamında olduğu gibi, değişik öğelerin, tam bir uyum içinde, hatta tam bir çatışkılı uyum içinde bir araya geldiği bir şiirdir. Onun bir yerinden baktınız mı koskoca bir dünyayı görürsünüz. (...)
"Nâzım Hikmet gerçek anlamda çok yapılı bir bütünselliğin yaratıcısıdır. 'Bana göre büyük adam odur ki, sanattan politikaya kadar kendi işinde, en önde yürür, dönemeçleri önde geçer, olanı kavrar, olacağı sezer ve bu kavrayışla sezişe dayanarak yaratır.' Nâzım Hikmet bu tanımına uyan kişiliğiyle şiirimizin en büyük anıtı ve doruk noktasıdır. Onda her zaman koskoca bir tarihin insani özünü, şimdinin bütün boyutlarıyla ve bütün sancılarıyla kuruluşunu ve tam anlamında bir gelecek inancını buluruz." x(‘NAZIM HİKMET   Ey1990 tarihli, "Nâzım Hikmet'in Şiiri" başlıklı yazısından.)