Bu Blogda Ara

13 Aralık 2010 Pazartesi

YAPI İŞÇİLERİ KIŞ - GECE (Aralık 2010 Beyoğlu - İstanbul)

YAPIYLA YAPICILAR
Yapıcılar türkü söylüyor,
yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
Bu iş biraz daha zor.

Yapıcıların yüreği
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl,
ama yapı yeri bayram yeri değil.
Yapı yeri toz toprak,
çamur, kar.
Yapı yerinde ayağın burkulur,
ellerin kanar.
Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli,
her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak,
ne herkes kahraman,
ne dostlar vefalı her zaman.

Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı.
Bu iş biraz daha zor.
Zor mor ama
yapı yükseliyor, yükseliyor.
Saksılar konuldu pencerelere
alt katlarında.
İlk balkonlara güneşi taşıyor kuşlar
kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var
her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde.


Yükseliyor   yükseliyor                                                                                                                               Yükseliyor yapı  kan ter içinde.                                                                                                                                    

3 Aralık 2010 Cuma

PARA - SİNEMA - PARA / MUSTAFA SÖNMEZ

03 Aralık 2010 Cuma
Para-Sinema-Para…
Mustafa Sönmez

Kriz, işsizlik, Wikileaks depremi…Bütün bunlardan bunaldıysanız kendinizi bir sinemadan içeri atın. Bu gün vizyona giren Yavuz Tuğrul-Şener Şen- Cem Yılmaz üçlüsünün Av Mevsimi filmini seyredin mesela. Çağan Irmak’ın Prensesin Uykusu da iyi bir film. Çoğunluk, ancak Beyoğlu’nda 30 koltuklu bir sinemada yer bulmuş kendisine, ama gidin, izleyin. Salonları, kifayetsiz muhteris Mahsun Kırmızıgül’ün Newyork’ta Beş Minaresi kapatmış. O gazla bir de Çanakkale filmi çekecekmiş Kırmızıgül…Vizyona yeni yılın ilk ayında girecekler arasında Fethullahçıların yapımı Saidi Nursi de var. Bir de Kurtlar Vadisi Filistin…

***

Türk sineması hızlı bir metalaşma ve endüstrileşme yolunda. Öyle böyle değil, en büyük hasılatı Türk filmleri ezici bir biçimde yapıyor. Son 20 yılın en çok seyredilen filmlerinden sadece ikisi, Titanik ve Avatar, yabancı yapım. Geri kalanlar hep Türk filmi. Her film, 4,5 milyon ila 2,5 milyon arasında seyirci toplamış. Bu, her film için ortalama 25 milyon TL’lik hasılat demek.



Türk sinemasında 1990 sonrası endüstrileşmeye yol açan bir dizi etken var. Birincisi dış kaynakla büyüyen ekonomiden, Türk sinema sektörü de yararlandı. 73 milyonluk nüfusun dörtte üçü kentlere taşınırken artan iç tüketim AVM’leri, plazaları, onların içinde de sinema salonlarını yarattı. Sayıları 226’yı bulan AVM’lerin yüzde 40’ı İstanbul’da toplanırken diğerleri irili ufaklı birçok kentte ve hemen hepsinde sinema salonları açıldı. Eğlencenin endüstrileştiği İstanbul’da hızla yeni sinema salonları inşa edildi. Yine 1990 sonrası onlarca televizyon kanalının yerli film talebinde patlama yaşandı. Eski Türk filmlerine bile “nur yağdı”...En çok da TV’lerin dizi modası, sinema endüstrisinin altyapısına, ekipmanı ve kadrosuna ivme kazandırdı. Birçok sinemacı, dizi de çekmeye başladı ama diziden kazandıkları ile özellikle ölü sezonlarda sinema filmi yapmayı sürdürdüler. TV’de yıldızlaşan starlar ( Recep İvedik,Cem Yılmaz,Yılmaz Erdoğan) bu popülaritelerini sinema filmine tahvil etmekte gecikmediler. Giderek, geniş anlamda medyada çok hızlı bir entegrasyon yaşandı. Yazılı medya-TV bütünleşmesini, dizi yapımcılığı-sinema filmi üreticiliğinin entegrasyonu izlerken, sinema, özellikle de diziler, reklamların ana taşıyıcısı oldular. Sinema salonları, kendi başlarına reklamlarda yüzde 5’e yakın pay almaya başladılar. Sinemaya, bira, iletişim firmaları başta olmak üzere birçok firmanın sponsor olarak katılmasıyla, getiri arttı (*).

Sinemada yerli yapımların bu kadar ezici üstünlük sağlamasında, sinemacıların , esas olarak kültür gıdasını TV’den alan seyircinin yerleşik beklentisini iyi “okumaları” ana etken. Popüler kültürün kahkaha, gözyaşı, şiddet, cinsellik, korku vb. ögelerini, dizilerden sonra sinema filmi tavasında yerli seyircinin damak tadına uygun pişirmede bir biriyle yarışan sinemacılar, hızla sinema üstünden sermaye birikiminde hatırı sayılır mesafe kat ettiler.

***

Kuşkusuz, sinemada metalaşma ve endüstrileşmede ana etkenlerden biri, sektördeki ucuz ve güvencesiz işgücü. 2009 Sosyal Güvenlik Kurumu verileri, sinema filmi ve ses kaydı yayıncılığı diye sınıfladığı faaliyet alanında bin 235 firma ve 11 bin dolayında kayıtlı istihdama işaret ediyor. Oysa sinema ve müzik endüstrisinde çalışanların bu rakamların çok üzerinde olduğu bilinir. Düşük ücret ve güvencesizlik ana sorun. Nitekim DİSK-Sine-Sen 2009 raporunda çalışma koşullarını şöyle özetlemektedir: “… filmlerin setlerinde çalışanların yüzde 90’ı ise sosyal güvenlikten yoksun ve sigortasız çalışmaktadır…ortalama çalışma süresi yaklaşık olarak 16-18 saattir. Bu çalışmalarda hiçbir ekip fazla mesai alamamaktadır. Setlerde çocuk oyuncular dahi uygun olmayan koşullarda ve saatlerce çalıştırılmaktadır. İnsanlık dışı ağır çalışma koşulları, yorgunluk, uykusuzluk ve stres yüzünden geçen yıl 3 kişi iş kazasında öldü; 1 kişi intihar etti ve 1 kişi de kalp krizi geçirip öldü..”

Rahat koltuklarımıza gömülerek izlediğimiz hayal mahsullerinin hamurunda sinemacının yaratıcılığı kadar emeğin kanı, teri ve gözyaşı olduğunu unutmayalım...İyi seyirler…

(*) Medyada entegrasyonun geniş tahlili, önümüzdeki hafta Yordam Kitap yapımı olarak piyasaya çıkacak olan Medya, Kültür, Para ve İstanbul İktidarı başlıklı çalışmamda yer alıyor.

8 Kasım 2010 Pazartesi

YOKSULLUK GEÇİCİ DEĞİL KALICI GÜNCEL/HABER YORUM

                                                                                         08 KASIM 2010 PAZARTESİ AKŞAM / İNT.

ODTÜ öğretim üyesi Prof. Oğuz Iş2010ık uzun yıllardır yoksulluk üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Işık, yeni süreç için şu değerlendirmeyi yaptı: Geçmişte nöbetleşe yoksulluk vardı. Şimdi ise devredilmiyor. Onun yerini müebbet yoksulluk aldı. Yeni göç edenler eskiler gibi hayatla barışık değil.Üç ayrı kesimin birbirine değmeden yaşadığını da hatırlatan Prof. Işık 'İstanbul'da bırakın zengin kesimin içine girmeyi önünden bile geçmek mümkün değil. Duvarlı sitelerde başka bir yaşam kurmuşlar

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oğuz Işık, 9 yıl önce yazdığı Nöbetleşe Yoksulluk isimli kitabında İstanbul'a göçle gelenlerin bir şekilde yoksulluktan orta sınıfa geçişini anlatıyordu. Kitap Sultanbeyli İlçesi'nde yapılan araştırmaya geniş yer ayırıyordu. Işık'a göre önce Sultanbeyli sonra Ümraniye ve Bağcılar'daki hikaye bir başarı öyküsü. Işık ile 2010 yılında yoksullukta gelinen noktayı konuştuk. Işık, 'Artık nöbetleşe yoksulluk bitti yerine müebbet yoksulluk' geldi diyor.
- Yoksulluk araştırmanızdaki temel bulgularınız neydi?
1990'ların Türkiye'sinde kentleşmede şöyle bir olanak vardı. Öyle hızlı gelişen arsa ve gecekondu ekonomisi vardı ki kente gelenler kendilerinden sonra gelenlere yoksulluklarını devredebiliyorlardı. Nöbetleşe yoksulluk vardı.
- Peki İstanbul'daki gecekondulaşmanın gelişimi nasıl? Bugünlere nasıl gelindi?
Gecekondulaşma 1970'lerden itibaren biçim değiştirdi. Kente gelenler arazileri işgal edip kendi evlerini yapıyorlardı. Bir süre sonra sistem bu şekilde işlememeye başladı. Başkalarının yaptığı gecekondu ve araziler satın alınmaya başlandı. Ve 1980'lerden sonra gecekondulaşma çok hızlı gelişti. En çarpıcı örneklerinden biri şüphesiz Sultanbeyli'dir.
- Neden Sultanbeyli?
Esasında çok çirkin bir görüntü, İstanbul'un su havzalarını kapatmış bir gecekondulaşma var burada. Diğer taraftan Sultanbeyli tam bir başarı öyküsü. 200-300 bin insan yerleşiyor buraya. Hiçbir yardım, destek almadan İstanbul'a tutunmayı başarıyorlar. Ümraniye, Bağcılar'daki hikaye de aynen böyle. İstanbul'un ucuz işgücünün merkezi Sultanbey'lidir. Ayrıca Sultanbeyli ilginç bir yer. Kuruluşunda İslami güç ciddi bir rol oynadı. Diğer taraftan çok sayıda Kürt'e de rastlamak mümkün.
- Yine yoksullar ama. Peki başarı nerede?
Bu kesimi Latin Amerika'daki yoksullarla karşılaştırıyorum. Türkiye'de yoksulluk hiçbir zaman buralardaki gibi ciddi bir sorun haline gelmedi. Oysa yurtdışında böyle gösterilebilecek tek bir örnek yok! Mesela İstanbul'daki yoksullar gerçekten becerikli. Alttan giriyor, üstten çıkıyor, bazen illegal yollara gidiyor ama ne yapıp edip ayakta kalmayı başarıyorlar. Bu yüzden buradaki insanların yaşam savaşı gerçekten bir başarı öyküsü! Bununla birlikte yoksulluk sürekli bir değişim içinde Türkiye'de.
- Nasıl bir değişim bu?
Sultanbeyli'yi düşünün. Bugün buradaki gecekonducular Formula 1 Pisti, Sabancı Üniversitesi gibi yerlerle yarışmak zorundalar.

GECEKONDU KOLAY DEĞİL
- Yarış derken neyi kastediyorsunuz?
Demek istediğim kent üzerindeki çıkarlar çok değişti. Arsalar çok değerlendi. Ve bu arsalar üzerinde oynanan oyunlar farklılaştı. İstanbul arazileri o kadar değerli ki artık! Kimse kolay kolay gecekondu yapamaz hale geldi. Başka bir ifadeyle kentsel dönüşüm başladı.
- Bugünkü İstanbul yoksulunu nasıl tanımlarsınız?
Eskiden yoksulluk devredilebiliyordu. Kente gelenler hazırlıklı gelirdi. İş imkanını araştırır gecekondusunu hazırlarlardı. Şimdi ise öyle değil! Bunun iki nedeni var. Biri İstanbul'un gerçekten değişmesi, diğeri de Güneydoğu'dan yapılan göçtür.


ESKİDEN KENTE GİDİLİYORDU ŞİMDİ KÖYDEN KAÇILIYOR
- Neden Güneydoğu?
Güneydoğu'dan gelen kesim çok ciddi bir travma sonucu kente hiçbir hazırlığı olmadan geliyor çünkü. Kent deneyimi yok bu insanların... Daha önce gelenlerin karşılaşmadığı bir sorun yumağı ile karşılaşıyorlar. Eskiden kente gidiliyordu şimdi köyden kaçılıyor. Bu çok önemli bir fark! Kademeli göç devri bitti Türkiye'de! Yoksulluk artık daha kalıcı, içinden çıkılması çok daha zor. Nöbetleşe yoksulluk yerini müebbet yoksulluğa bıraktı. Bugünkü yoksulluk 15 - 20 yıl öncesinden çok daha kötü.
- Toplum psikolojisine nasıl yansıyor bu durum?
Eskiden kente göç yoluyla gelenler daha barışıktı hayatla. Şimdi böyle bir şey söz konusu değil! Nasıl olsun? Düşünün ki bugün İstanbul'da zengin kesimin bırakın içine girmeyi önünden bile geçmek mümkün değil! Kameralarla korunan duvarlı sitelerde kendilerine bambaşka bir yaşam kurmuşlar. Oysaki eskiden zenginlik böyle miydi? İnsanlar göstermekten çekinirlerdi. Şimdi öyle bir dönemdeyiz ki tüketmenin meziyet sanıldığı bir ortam var. Toplum birbirine değmeyen üç farklı kesimden oluşuyor bugün. Bu insanların ulaşımları, eğlenceleri, zevkleri her şeyi farklı.


AYNI GEMİDEYİZ HİSSİ BİTTİ
- Toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren hiçbir şey yok mu yani?
Bugün sadece askerliği söyleyebilirim. Başka hiçbir şey yok bunun dışında maalesef. Dolayısıyla aynı gemideyiz hissi artık yok oluyor. Kendilerini bu ülkenin bir parçası değilmiş hissetmeye başlıyorlar.
- Bu uçurumun yoksul kesim üzerindeki etkisi tam olarak ne oluyor?
Nefret yaratıyor. Yaratmaması mümkün değil zaten! Yoksul kesim kendisini tamamen dışlanmış hissediyor. Öfke ve beraberinde nefret getiriyor bu uçurum. Bir toplumu bu kadar bölerseniz ve toplumun parçaları hiçbir şekilde birbirine değmezse olacağı budur. Ama bunun sinyalleri çok önceden verilmişti.
- Ne zaman verilmişti?
Bu sorunları biz görmüyorduk belki de görmek istemiyorduk ne zaman ki kente taşındı o zaman farkındalık arttı. Bu durum aynen 1999 yılında yaşanan depreme benziyor. Kuzey Anadolu Fay Hattı kırılarak ne zaman ki İzmit'i salladı, biz o zaman depremi gerçek anlamda kabul eder, konuşur olduk. Oysaki Türkiye'nin içinde eskiden beri üç farklı Türkiye var bu yeni bir şey değil. Güneydoğu'nun az gelişmişliği bugünün meselesi mi? Hayır! Bu kente taşındığı için yeni bir şeymiş gibi konuşuluyor. Olay aslında çok ciddi bir eşitsizlik meselesi. Türkiye'de yoksulların çok büyük bir bölümü Güneydoğu'da! Bir de bunun üzerine etnik kimlik eklenince sorun iyice katmerleniyor tabii. Ama bu ülkede konuşulmayan çok şey var!
- Konuşulması gereken ama konuşulmayan neler var Türkiye'de?
Yaptığımız araştırmaya göre Türkiye'de kadınların iş gücüne katılımı oranı İran'dan, Mısır'dan daha düşük. Bunu ne zaman konuştuk en son? Sonra sanayideki haftalık iş saatinin bizimki kadar uzun olduğu başka ülke yok. Peki bunu ne zaman konuştuk soruyorum size? Kürt sorunu, Türban meselesinden başka bir şey konuşamaz hale geldik! Sigortalı, sendikalı işçi sayısı gün geçtikçe azalıyor. Bunları neden konuşmuyoruz? Birtakım simgeler üzerinden sorunlar halledilemez! En önemli sorunlardan biri de Türkiye'de nüfus gittikçe yaşlanıyor. Ve yaşlı yoksulları hiç konuşmuyoruz.


Kalın çizgilerle ayrım, sorunu artırıyor
- Peki bugünkü partiler, yönetimler yoksulluğa çözüm getirebilecek neler yapabilir?
En başta Türkiye'de çok önemli olan ama bir türlü konuşulmayan başka eşitsizliklerin de olduğu kabul edilmeli. Olaylara bakıştaki dil değiştirilmeli. Devletin devletliğini hatırlaması şart. Bir toplumun gücü en zayıf, en korunaksız kesimin dayanıklılığı ile ölçülür. Bu insanların yoksulluğu kendi suçları değil! Toplumsal bir soruna bireysel bir çözüm aranmasını beklemek çok yanlış olur. Devlet bir şekilde bunu dert edinmek zorunda. Yerel yönetimlere çok iş düşüyor. Mesela İstanbul'da ağlar bu farklılıklar birbirine değmesin, dokunmasın diye yeniden örgütleniyor. Böyle olmamalı. Kalın çizgilerle yapılan ayrımlar belirginleştikçe sorunlar çoğalır. Bir ara Romanlar vardı İstanbul'da. Şimdi yıllardan beri oturdukları yerlerinden oldular. Bu bir sürgündür. Diğer sorunları küçümsemekten vazgeçme zamanı geldi de geçiyor bile. olduk. Oysaki Türkiye'nin içinde eskiden beri üç farklı Türkiye var bu yeni bir şey değil.


AKP yoksullardan çok faydalandı
- Peki yönetimler yoksulluk konusunda neler yaptılar bugüne kadar?
Mesela AKP... AKP yoksul kesimden çok faydalandı. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonu yönetimi kendinde olduğu için bu durumdan ciddi anlamda politik çıkar sağladı. Bunu asla inkar edemez! Cemaatler de var tabii bu kesimler üzerinde etkili olan.
- Cemaatlerin etkisi nasıl tam olarak bu kesimler üzerinde?
Eskiden de etkililerdi ama bu kadar değil. Esasında sızması hakkında bilgi toplaması zor bir alan. Çok da göze görünür değil yapılanlar çünkü. Başka bir network üzerinden çalışıyorlar. Ama bu yardımların dağıtılmasında cemaat ilişkilerinin önemli bir rol oynadığını biliyorum.

ASIL PATLAMA TEHLİKESİ KÜÇÜK KENTLERDE
- İstanbul'daki yoksulluğu diğer şehirlerdeki yoksulluktan ayıran temel özellikler nelerdir size göre?
İstanbul çok hareketli bir kent. Bu hareketliliği sayesinde farklılıkları eritebiliyor. İstanbul'daki farklılıklar dönen hızlı ekonomisi, kentin sunduğu olanaklar içinde göze batmayacak bir hale gelebiliyor. Ama bir Mersin bir Adana bunu yapamıyor. Ekonomileri bu kadar hızlı dönmüyor. Dolayısıyla farklılıklar ayrışmamış bir şekilde duruyor. Bir de daha küçük yerleşimler var ki, patlama tehlikesi asıl bu küçük kent birimlerinde yaşanabilir diye düşünüyorum.
- Patlama derken tam olarak neyi kastediyorsunuz?
Küçük yerleşimlerdeki insanların farklılıklarla baş etme imkanları yok. Mesela Bolu'daki insan kendinden farklı bir insan görmemiş ki! Bu şekilde bir yaşama alışkın değil. Bu yüzden bu küçük yerleşimler bana tehlikeli geliyor.

Burcu BULUT