Bu Blogda Ara

6 Ocak 2011 Perşembe

NAZIM HİKMET RAN - 3 ŞİİRLER

BENİM OĞLAN FOTOĞRAFLARDA BÜYÜYOR

İçimde acısı var yemişi koparılmış bir dalın,
gitmez gözümden hayali Haliçe inen yolun,
iki gözlü bir bıçaktır yüreğime saplanmış
            evlât hasretiyle hasreti İstanbulun.
Ayrılık dayanılır gibi değil mi?
Bize pek mi müthiş geliyor kendi kaderimiz?
Elâleme haset mi ediyoruz?
Elâlemin babası İstanbulda hapiste,
elâlemin oğlunu asmak istiyorlar
                        yol ortasında
                        güpegündüz.
Bense burda rüzgâr gibi
            bir halk türküsü gibi hürüm,
sen ordasın yavrum,
ama asılamıyacak kadar küçüksün henüz.
Elâlemin oğlu katil olmasın,
elâlemin babası ölmesin,
eve ekmekle uçurtma getirsin diye,
            orda onlar aldı göze ipi.

İnsanlar,
iyi insanlar,
seslenin dünyanın dört köşesinden
dur deyin,
            cellât geçirmesin ipi.






 
BERKLEY
Behey
Berkley!
Behey on sekizinci asrın filozof peskoposu.
Felsefenden tüten günlük kokusu
                        başımızı döndürmek içindir.
                        Hayat kavgasında bizi
                        dizüstü süründürmek içindir.
Behey
Berkley,
Behey Allahın
                Cebrail şeklindeki Ezraili,
Behey on sekizinci asrın en filozof katili!
Hâlâ geziyor İskoçya köylerinde
                      adımlarının sesi.
Hâlâ uluyor adımlarının sesine
                       tüyleri kanlı bir köpek.
Hâlâ
     her gece titreyerek
                     görüyor gölgeni İskoçya köylüleri
                                                                        evlerinin
                                                                            camlarında!
Hâlâ
     kanlı beş parmağının izi var
            o beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında!
Behey
Berkley!
Behey meyhane kızlarının kara cübbeli kavalyesi,
                                        Kıralın şövalyesi,
                                        sermayenin altın sesi,
                                        ve Allahın peskoposu!
                            Felsefenden tüten günlük kokusu
                                        başımızı döndürmek içindir.
                            Hayat kavgasında bizi
                                        dizüstü süründürmek içindir!
Her kelimen
                 kelepçelerken
                                       bileklerimizi,
kıvrılan
           bir yılan
                gibi satırların
                            sokmak istiyor yüreklerimizi.
Beli hançerli bir İsaya benziyor resmin.
Sivriliyor kitaplarından ismin
                                  sivri yosunlu ucundan
                                                        kızıl kan
                                                          damlıyan
                                                               yeşil bir diş gibi.
Her kitabın
            diz çökmüş önünde Rabbın
                             kara kuşaklı bir keşiş gibi..
Sen bu kıyafetle mi bizi kandıracaktın,
                                              inandıracaktın?
Biz İsanın vuslatını bekleyen
                                   bir rahibe değiliz ki!
Behey
Berkley!
Behey tilkilerin şahı tilki!
Çalarken satırların zafer düdüğü,
küçük bir taş parçasının en küçüğü
      imparatorların imparatoru gibi çıkınca karşısına,
      hemen anlaşmak için
                           bir kapı açıyorsun,
      binip Allahının sırtına
                              soldan geri kaçıyorsun!
      Kaçma dur!
      Her yol Romaya gider,
                  bu belki doğrudur  
      fakat
              fikri evvel gören her felsefenin
                      safsata iklimidir yelken açtığı yer!
      Bu bir hakikat
                   hem de mutlak cinsinden  !
İşte sen
      işte senin felsefen:
Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün
                    cilâlı derisine parmaklarını sürdüğün
                              parlak
                                  yuvarlak
                                          elmaya:
                                              «Fikirlerin bir
                                                         terkibidir,»
                                                                      diyorsun!
Dışımızda bize bağlanmadan
                                var olan
                                       varlığı
                                             inkâr ediyorsun!
Şu mavi deniz
     şu mavi denizde yüzen beyaz yelkenli gemi,
kendi kendinden aldığın fikirlerdir, öyle mi?
Mademki kendi fikrindir yüzen gemi,
mademki kendi fikrindir umman,
ne zaman var,
              ne mekân!
Ne senin haricinde bir vücut
                      ne senden evvel kimse mevcut,
                              ne senden sonra kâinat baki
bir sen
      bir de Allah hakikî.
Lâkin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı!
Senin dışında değil miydi
kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?
Yoksa kendi altında sen
                      kendinle mi yattın?
Diyelim ki senden evvel baban yok
                                       İsa gibi.
Yine fakat bacakları arasından çıktığın
                                 Meryem gibi bir anan da mı yok!
Diyelim ki yapyalnızsın
                        Turu Sinada Musa gibi,
ne yazık! Tevratını okuyan da mı yok!
Çok yalan söylemişsin çok.
Sen emin ol ki Berkley
         olmasan da zarar yok  
                bu şi're benzer yazıda hissene düşen şey:
                                biraz alay
                                      biraz şaka
                                              ve birkaç tokat
                                                   eldivensiz cinsinden  
Neyleyim?
        Neş'e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
                               neş'enin çelik ahengini duymayan adam;
neş'e ... iyi şeydir vesselam,
                                          baş döndürmezse eğer  
ve işte bizimkiler
                     güldüler mi,
                                    ağız dolusu gülüyorlar.
Kabahat onların kuvvetinde:
                                           yoksa ne sende
                                                                 ne de bende!
Dinle Berkley!
 dinlemesen de olur  
Biz dinleyelim:
Beynimiz bal yoğuran
                          bir kovan.
Ona balı dolduran
                         arıdır hayat.
Aldığımız hislerin
                            sonsuz derin
                                      pınarıdır kâinat!
Kâinat geniş
                   kâinat derin
                         kâinat uçsuz bucaksız!
Biz onun parçaları,
      biz ondan doğan bir sürü bacaksız!
Biz o bacaksızların
     anasını inkâr etmeyen cinsi  
Çünkü biz
     emredenlere emir verenlerden değiliz!
Bağlıyız toprağa
                kalın halatlar gibi kollarımızla!
Çelik dişleri şimşekli çarklılar
          koparırken kara toprağın esrarını,
biz
   seyretmedeyiz
           cihan içinden cihanların
                                      doğuşunu;
           kehkeşanların
               gümüş aydınlığında!
Görmüşüz,
        görmedeyiz
            yılların yollarında toprak oluşunu
                                               kızıl kadife dudaklı kızların!
Çiziyor hareketi gözlerimize
                              sonsuz maviliklerde
                                        kuyrukluyıldızların
                                               sırma saçlarından kalan izler.
Her habbe koynunda bir kubbeyi gizler!..
Şu denizler,
şu denizlerin üstünde denizler gibi esen,
                           rüzgârların uğultusu.
Şu ipi kopmuş
         inci bir gerdanlık gibi damlayan su,
                               şu bir damla su,
uzaklaştıkça, yaklaşılan
                                        hakikati gizler..
Her yeni ummanla beraber
                bir yeni imkân!
Kâinat geniş
              kâinat derin
                      kâinat uçsuz bucaksız!
Behey!
Berkley!
Behey bir karış boyuna bakmadan
                 Karpatları inkâr eden cüce!
Ahrete gittiysen eğer
               oradan bir taç gönder,
süslemek için Allahının kafasını!
Fakat buradan
       topla hemen tarağını tasını,
                        Haraç mezat!
                           Haraç mezat!
götür pazara bir pula sat:
Topraktaki saltanatın
                         göğe çıkan tahtını!
Yok üstünde tabiatın
                   tabiattan gayri kuvvet!..
Tabiat geniş
                  tabiat derin
                           tabiat uçsuz bucaksız!..
 
                                                                                                1926


BEŞ SATIRLA
Annelerin ninnilerinden
                              spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.
                                                                    1946


BEYAZIT MEYDANI'NDAKİ ÖLÜ
 
Bir ölü yatıyor
      on dokuz yaşında bir delikanlı
      gündüzleri güneşte
      geceleri yıldızların altında
      İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.
Bir ölü yatıyor
      ders kitabı bir elinde
      bir elinde başlamadan biten rüyası
      bin dokuz yüz altmış yılı Nisanında
      İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.
Bir ölü yatıyor
      vurdular
      kurşun yarası
      kızıl karanfil gibi açmış alnında
      İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.
Bir ölü yatacak
      toprağa şıp şıp damlayacak kanı
      silâhlı milletimin hürriyet türküleriyle gelip
                                            zaptedene kadar
                                                      büyük meydanı.
 
                                                                                Mayıs 1960

BİR ACAYİP DUYGU
«Mürdüm eriği
                          çiçek açmıştır.
— ilkönce zerdali çiçek açar
                                mürdüm en sonra —
Sevgilim,
çimenin üzerine
diz üstü oturalım
karşı-be-karşı.
Hava lezzetli ve aydınlık
— fakat iyice ısınmadı daha —
çağlanın kabuğu
                yemyeşil tüylüdür
                                    henüz yumuşacık...
Bahtiyarız
          yaşayabildiğimiz için.
Herhalde çoktan öldürülmüştük
sen Londra'da olsaydın
ben Tobruk'ta olsaydım, bir İngiliz şilebinde yahut...
Sevgilim,
ellerini koy dizlerine
— bileklerin kalın ve beyaz —
sol avucunu çevir :
gün ışığı avucunun içindedir
                                             kayısı gibi...
Dünkü hava akınında ölenlerin
                                    yüz kadarı beş yaşından aşağı,
yirmi dördü emzikte...
Sevgilim,
nar tanesinin rengine bayılırım
— nar tanesi, nur tanesi —
kavunda ıtrı severim
mayhoşluğu erikte ..........»
.......... yağmurlu bir gün
yemişlerden ve senden uzak
— daha bir tek ağaç bahar açmadı
kar yağması ihtimali bile var —
Bursa cezaevinde
acayip bir duyguya kapılarak
ve kahredici bir öfke içinde
inadıma yazıyorum bunları,
kendime ve sevgili insanlarıma inat.
 
                                                                                    7.2.1941


BİR AYRILIŞ HİKAYESİ
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın -
yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR...
N.Hikmet


BİR CEZAEVİNDE, TECRİTTEKİ ADAMIN MEKTUPLARI
1
Senin adını
kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtı-katıa verilmez),
            ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek
                                                   bana yasak...
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak
                                                                yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
                                            şarkı söylüyorum karıcığım.
Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
                      öyle bir dokunuyor ki içime
                                                      yüreğim parçalanıyor.
Ve tıpkı o eski
        acıklı hikâyelerdeki
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,
mavi gözleri ıslak
kırmızı, küçücük burnunu çekerek
                senin bağrına sokulmak istiyor.
Yüzümü kızartmıyor benim
              onun bu an
                              böyle zayıf
                                       böyle hodbin
                                                 böyle sadece insan
                                                                                oluşu.
Belki bu hâlin
fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.
Belki de sebep buna
                     bana aylardır
                     kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
                                                                bu demirli pencere
                                                                     bu toprak testi
                                                                          bu dört duvardır...
Saat beş, karıcığım.
Dışarda susuzluğu
                               acayip fısıltısı
                                            toprak damı
ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran
                                                         bir sakat ve sıska atıyla,
yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı
dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla
ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.
Bugün de apansız gece olacaktır.
Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.
Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan
                                                                 bu ümitsiz tabiatın
ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.
Yine o malum sonuna erdik demektir işin,
yani bugün de mükellef bir daüssıla için
yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.
Ben,
ben içerdeki adam
yine mutad hünerimi göstereceğim
ve çocukluk günlerimin ince sazıyla
suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla
yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı
seni böyle uzak,
seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi
                                                                kafamın içinde duymak...
 
2
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.
Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire
taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire...
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,
dışarda bozkırın üstünde pırıltılar...
Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,
                                              suyu donmayan testi
ve sabahları çimentonun üstünde güneş...
Güneş,
artık o her gün öğle vaktine kadar,
bana yakın, benden uzak,
sönerek, ışıldayarak
                               yürür...
Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,
başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :
                                                     dışarda akşam olur,
                                                     bulutsuz bir bahar akşamı...
İşte içerde baharın en kötü saatı budur asıl.
Velhasıl
o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
                                                              hürriyet denen ifrit...
Bu bittecrübe sabit, karıcığım,
                                         bittecrübe sabit...
3
Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
                                                  bu kadar mavi
                                                  bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                                  kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...
                                                                    1938

BİR GEMİCİ TÜRKÜSÜ
 
Rüzgâr,
yıldızlar
ve su.
Bir Afrika rüyasının uykusu
                           düşmüş dalgalara.
Işıltılı, kara
bir yelken gibi ince
direğinde geminin.
Geçmekteyiz içinden
bir sayısız
bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.
Yıldızlar
rüzgâr
ve su.
Başüstünde bir gemici korosu
su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor,
yıldızlar gibi
          rüzgâr gibi
                      su gibi bir türkü.
Bu türkü diyor ki, «Korkumuz yok!
İnmedi bir gün bile gözlerimize
bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.»
Bu türkü
    diyor ki,
«Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz
ölümün önünde sigaramızı.»
Bu türkü
diyor ki,
«Çizmişiz rotamızı
dostların alkışlarıyla değil
                      gıcırtısıyla düşmanın
                                          dişlerinin.»
Bu türkü diyor ki, «Dövüşmek..»
Bu türkü diyor ki, «Işıklı büyük
                    ışıklı geniş ve sınırsız bir limana
dümen suyumuzda sürüklemek denizi..»
Bu türkü diyor ki, «Yıldızlar
                                       rüzgâr
                                              ve su...»
Başüstünde bir gemici korosu
bir türkü söylüyor;
yıldızlar gibi
          rüzgâr gibi,
                      su gibi bir türkü..
 
 
 
BİR HAZİN HÜRRİYET
 
 
Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan
yoğurursun
          bütün nimetlerin hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı
Karun etmek hürriyetiyle hürsün!
Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan
                                      değirmenleri,
büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün vicdan
hürriyetiyle hürsün!
Başın ensenden kesik gibi düşük,
kolların iki yanında upuzun,
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,
işsiz kalmak hürriyetiyle hürsün!
En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini, günün birinde, mesela,
Amerika'ya ciro ederler onu seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!
Yapışır yakana kopası elleri Valstrit'in, günün birinde, diyelim ki,
Kore'ye gönderilebilirsin, büyük hürriyetinle bir çukura
doldurulabilirsin, meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle
hürsün
Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün.
Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.
 
                                                                                    1951
 
 
 
 

BİR KIZ VARDI JAPONYADA

............

Bir kız vardı Japonyada
ufacık, tefecik bir kız,
Bir bulut vardı dünyada
işi: öldürmekti yalnız.

Bu bulut bu kızcağızın
öldürdü nineciğini,
külünü göğe savurdu,
sonra, yine apansızın
gelip babasını vurdu,
sonra da kızın kendisini.
Ve doymadı ve doymadı
yeni kurbanlar arıyor.
Atom ölümüdür adı,
karanlıkta bağırıyor.

Büyük bir birlik kuralım,
canavarı susturalım.
Savaş cengine gidelim,
canavarı yok edelim.



 
BU YAZI UZUN SENELER DÜNYA EMPERYALİZMİNİN ŞARKTA KANLI BEKÇİLİĞİNİ YAPAN ÇARLIK RUSYASININ NE SURETLE ÖLDÜĞÜNE DAİRDİR
Bin dokuz yüz on yedi
ikinciteşrin yedi...
Yumuşak ve derin
sesiyle Lenin:
"Dün erkendi, yarın geç
zaman tamam bugün," dedi..
Yağlı çarklılarla yağlı işçiler:
"Bugün!" dedi.
Ölümü açlıktan öldüren siper:
"Bugün!" dedi.
Ağır
çelik
kara
toplarıyla AVRORA:
"BUGÜN!" dedi,
"BUGÜN!" dedi..
...............
.......
..........
.................
Artık
ne kışlık sarayda
sarhoş eteklerin ipekli sesi,
ne paskalya çanlarında deli duası çarın,
ne Sibirya yollarında zincir iniltisi...
Artık
votka kadehlerinde ıslanmıyacak
sarı sarkık bıyıkları pameşçiklerin.
Kara toprağın üstünde bir avuç kan gibi
yanmıyacak,
bakır sakalları
açlıktan ölen mujiklerin.
Artık
kararmıyacaktır karlı sokaklar
kara bir rüzgar gibi geçen
Çarın kazaklarından.
Sarkmıyacaktır işçi kadınların
kanlı saçları:
kara kalpaklı kazakların mızraklarından.
Yandı kanatları iki başlı kara kartalın,
düştü yere,
öldü.
Buzlu Baltık denizinin kıyısında
bir pencere örtüldü.
Açıldı bir pencere....
Bin dokuz yüz on yedi
ikinciteşrin yedi...
 

CEVİZ AĞACI
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
 



 
 

BİR KÜVET HİKÂYESİ
 
1
Süleyman'a karısı telefon etti :
— Konuşan ben,
     ben, Fahire.
     Tanımadın mı sesimden?
     Demek çok bağırdım birdenbire.
     Çığlık mı?
     Belki...
     Hayır,
              çocuklar hasta değil.
     Dinle beni :
     İşini bırak da gel,
     çabuk ol ama.
     Telefonda anlatamam,
                               olmaz.
     Daha kıyamet kadar vakit var akşama.
     Saatlar, saatlar,
     kıyamet kadar.
     Sorma.
     Dinle beni...
     Hemen vapur bulamazsan
                       Üsküdar'a kayıkla geç.
     Bir taksiye atla.
     Paran yoksa
                      patrondan avans al.
     Yolda hiçbir şey düşünme,
     mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış.
     Yalan kuvvetliye söylenir
                     ben kuvvetsizim.
     Alay etme kuzum.
     Evet kar yağacak,
     evet
            hava güzel.
     Koynuna girdiğim adam gibi
                                  kocam gibi değil,
     büyüğüm, akıllım,
                            babam gibi gel...
 
2
Geldi Süleyman,
Fahire, kocası Süleyman'a sordu :
— Doğru mu?
— Evet.
— Teşekkür ederim Süleyman.
     Bak işte rahatladım.
     Bak işte ağlamıyorum artık.
     Nerde buluşuyordunuz?
— Bir otelde.
— Beyoğlu tarafında mı?
— Evet.
— Kaç defa?
— Ya üç, ya dört.
— Üç mü, dört mü?
— Bilmiyorum.
— Bunu hatırlamak bu kadar mı güç Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Demek ki bir otel odasında.
     Kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi.
     Bir İngiliz romanında okudum,
     bu işlere yarayan otellerde
                                   kırık küvetler varmış.
     Sizinkinde de var mıydı Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Hele düşün,
     toz pembe çiçekli, kırık bir küvet?
— Evet.
— Hiç hediye verdin mi?
— Hayır.
— Çukulata, filân?
— Bir defa.
— Çok mu seviyordun?
— Sevmek mi?
                         Hayır...
— Başkaları da var mı Süleyman?
— Yok.
— Olmadı mı?
— Hayır.
— Bunu sevdin demek...
     Başkaları da olsaydı
                                      daha rahat ederdim...
     Çok mu güzel yatıyordu?
— Hayır.
— Doğru söyle, bak ne kadar cesurum...
— Doğru söylüyorum...
— Zaten gösterdiler bana.
     İnek gibi karı.
     Belimden kalın bacakları...
     Fakat zevk meselesi bu...
     Bir sual daha, Süleyman :
     Niçin?
— Bilmiyorum...
Karanlıkta pencerenin hizasında
karlı, ağır bir çam dalı.
Bir hayli zaman oldu
sofada asma saat on ikiyi çalalı.
3
Süleyman'ın karısı Fahire
            şunları anlattı kocasına ertesi gün :
— ... Dayanılmaz bir acı halindeydi
                                       kendime karşı duyduğum merhamet,
     ölmeye karar verdimdi, Süleyman...
     Annem, çocuklarım ve en önde sen
                         bulacaktınız karda ayak izlerimi.
     Bekçi, polisler, bir tahta merdiven
     ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız
                             arka arsada bostan kuyusundan.
     Kolay mı?
     Gece bostan kuyusuna doğru yürümek,
     sonra kenarına çıkıp durarak
     baş aşağı atlamak karanlığına?
 
     Fakat bulmadınızsa eğer
     karda ayak izlerimi
     sade korktuğumdan değil.
     Bekçi, merdiven, polisler,
     dedikodu, kepazelik,
     aldatılmış bir zevcenin intiharı :
                                           komik.
     Niçin öldüğümü anlatmak müşkül.
     Kime? Herkese, sana meselâ.
     İnsan, ölmeye karar verirken bile
     insanları düşünüyor...
     Sen yatakta uyuyordun
                          yüzün rahat,
     her zaman nasıl uyursan
     ondan evvel ve o varken.
     Dışarda kar yağmaya başladı.
     Bir tek gecelikle çıkmak balkona :
     Zatürree ertesi gün,
                             nümayişsiz ölüvermek.
     Hayır,
               hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali.
     Yaktım sobamızı.
     İyice ısınmak lâzım ilkönce.
     Ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış.
     Pencereye, kara bakıyorum :
     «Eşini gaip eyleyen bir kuş
                                                 gibi kar
       geçen eyyamı nev baharı arar...»
     Babam bu şiiri çok severdi.
     Sen beğenmezsin.
     «Sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan...»
     Lambayı söndürmeden balkona çıktım.
     « ... gibi kar
                 düşer düşer ağlar...»
     Oturdum balkonda iskemleye.
     Havada çıt yok.
     Karanlık bembeyaz.
     Uykudayım sanki.
     Sanki çok sevdiğim bir insan
     korkarak beni uyandırmaktan
                             yumuşacık dolaşıyor etrafımda.
     Üşümüyordum.
     Kederim duruluyor
                                    berraklaşıyor.
     Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık
     sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.
     Ben rehavetli bir mahzunluk içinde
                                    acayip şeyler düşünüyordum :
     Feneryolu'ndaki çınar
                                   150 yaşındaymış.
     Ömrü bir gün süren böcekler.
     Gün gelecek
                          insanlar çok uzun
                                           çok bahtiyar yaşayacaklar.
     İnsanın yüreği ve kafası var...
     İnsanın elleri...
     İnsan?
     Ne zamanki,
                          nerdeki,
                                       hangi sınıftan?
     Onların insanları,
     bizim insanlarımız.
     Ve her şeye rağmen
     yeni bir dünya için yapılan kavga.
     Sonra sen
                     ben
                           bir kırık küvet
     ve benim
     kendime karşı duyduğum merhamet...
     Kar durdu.
     Sökmek üzre şafak.
     Utanarak
                     odaya döndüm.
     O anda uyansaydın
                  sarılıp boynuna...
     Uyanmadın.
     Evet,
     çok şükür nezle bile değilim.
     Şimdi?
     Zaman zaman hatırlayıp
     zaman zaman unutacağım.
     Yine yan yana yaşayacağız
     beni sevdiğine emin olarak.
4
Altı ay kadar geçti aradan.
Bir gece karı koca denizden dönüyorlardı.
Gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı.
Fahire birdenbire durdu
baktı muhabbetle kocasının gözlerine
ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu.
                                                                                            16.8.1940
 
 U VATANA NASIL KIYDILAR
   
İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğini yediniz.
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Onu didik didik didiklediler,
saçlarından tutup sürüklediler.
götürüp kâfire : «Buyur...» dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Eli kolu zincirlere vurulmuş,
vatan çırılçıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur :
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
 
                                                    1959
 
 
BULUTLAR ADAM ÖLDÜRMESİN
 
 
Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
          Bulutlar adam öldürmesin.
Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan,
siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
          Bulutlar adam öldürmesin.
Gelinler aynada saçını tarar,
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
          Bulutlar adam öldürmesin.
İhtiyarlıkta aklına insanın,
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
          Bulutlar adam öldürmesin.
 
                                                    Şubat 1955
BÜYÜK İNSANLIK
 
Büyük insanlık gemide güverte yolcusu
                                        tirende üçüncü mevki
                                        şosede yayan
                                        büyük insanlık.
Büyük insanlık sekizinde işe gider
                                        yirmisinde evlenir
                                        kırkında ölür
                                        büyük insanlık.
Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
                                        pirinç de öyle
                                        şeker de öyle
                                        kumaş da öyle
                                        kitap da öyle
            büyük insanlıktan başka herkese yeter.
Büyük insanlığın toprağında gölge yok
                                        sokağında fener
                                        penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
                                        umutsuz yaşanmıyor.
 
                                                                            7 Ekim, Taşkent, 1958

BÜYÜK İNSANLIK
 
Büyük insanlık gemide güverte yolcusu
                                        tirende üçüncü mevki
                                        şosede yayan
                                        büyük insanlık.
Büyük insanlık sekizinde işe gider
                                        yirmisinde evlenir
                                        kırkında ölür
                                        büyük insanlık.
Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
                                        pirinç de öyle
                                        şeker de öyle
                                        kumaş da öyle
                                        kitap da öyle
            büyük insanlıktan başka herkese yeter.
Büyük insanlığın toprağında gölge yok
                                        sokağında fener
                                        penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
                                        umutsuz yaşanmıyor.
 
                                                                            7 Ekim, Taşkent, 1958

INARI YIKMAK İÇİN BALTAYI KÖKÜNE VURURLAR

..........

Çınarı yıkmak için
            baltayı köküne vururlar.
evi yıkmak için
            sokarlar kundağı temele.
Kartal uçmaz olur
            kanadı kırılınca.
düşünebilir miyiz
            başımız vurulunca?

Onlar köküdür memleketin,
dallara yürüyen su
                     bu kökte saklıdır.
Onlar umudun temeli,
onlar kanadı hürriyetin,
                    halkın aklıdır.

Kaç kere kaç yerde baltalandı kök
yürümez oldu su
dallar kurudu.
Kırıldı kanat
öldürdüler aklı;
Ve sonra yolladılar insanları salhaneye.
Çünkü böyledir
             asrımızın gerçeklerinden biri.







ÇOCUKLAR ÖLEBİLİR YARIN

............................
Çocuklar ölebilir yarın,
hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından
düşerek te değil kuyulara filân;
çocuklar ölebilir yarın,
çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,
ne bir santim kemik, ne bir damla kan,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında
arkalarında bir avuç kül bile değil
            arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.
                                        .................................................









DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
                        bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
                        bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
                        bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
                        bu hasret bizim...



       

              

                      

                       

              

       

DOĞUM

Anası bir oğlancık doğurdu bana;
kaşsız, sarı bir oğlan,
masmavi kundağında yatan
bir nur topu, üç kilo ağırlığında.

Benim oğlan
       dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Korede,
sarı ay çiçeğine benziyorlardı.
Makartır kesti onları,
gittiler ana sütüne bile doymadan
Benim oğlan
            dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
            demir parmaklığı gördüler.

Benim oğlan
            dünyaya geldiği zaman
çocuklar doğdu Anadoluda,
mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebeklerdi.
Bitlendiler doğar doğmaz
kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden.
Benim oğlan
            benim yaşıma bastığı zaman,
ben bu dünyada olmıyacağım,
ama harikulâde bir beşik olacak dünya,
siyah,
       beyaz,
              sarı
bütün çocukları
                sallıyan
mavi atlas döşekli bir beşik.





Makartır - (Mac Arthur): Amerikan generali. 2. Dünya savaşında
Asya'daki Amerikan ordularının kumandanlığını yaptı. Asya halk-
larına karşı yürüttüğü baskılarla ün saldığı (!) için Amerikan hükü-
meti tarafından Kore savaşının kumandanlığına da atandı.





 

DÖRTLÜK
Koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
kışın, sabaha karşı rüzgârda tahta cumbalar
ve bir saç mangalın küllerinde
uyanır uykuda büyük İstanbulum.






DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
           beş değil,
                      yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
                            deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
                                    senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
                      kabahat senin,
                                     — demeğe de dilim varmıyor ama —
                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
 

                                                                                                    1947

DÜNYAYI VERELİM ÇOCUKLARA
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler

       

              






FAKİR BİR ŞİMAL KİLİSESİNDE ŞEYTAN İLE RAHİBİN MACERASI
 
İlkönce yağmurla
sonra birdenbire açan güneşle başlamıştı sabah.
Henüz ıslaktı asfaltın solundaki tarla.
Harp esirleri çoktan iş başındaydılar.
Topraktan nefret duyarak
                                     — halbuki köylüydü birçoğu —
                                              tıraşlı ve korkak
                                                            çapalıyorlardı patatesleri.
Suluboya, solgun resimleri hatırlatıyordu insana
                                                  köy kilisesinden gelen çan sesleri.
Pazardı.
Kilisede erkeklerin hepsi ihtiyardı
                                            kadınların değil,
içlerinde büyük memeli kızlar,
                           ve sarı saçlarına ak düşmemiş anneler vardı.
Maviydi gözleri.
Başları önde,
kalın, kırmızı ve harap parmaklarına bakıyorlardı.
Terliydiler.
Haşlanmış lahanayla günlük kokuyordu.
Kürsüde muhterem peder
                                   «beyannameyi» okuyordu,
                                                  — gözlerini gizleyerek —.
Renkliydi pencere camlarından biri.
Bu camdan içeri giren güneş
                             duruyordu genç bir kadının bembeyaz ensesinde
                                                              eski bir kan lekesi gibi.
Ve hiçbir zaman
               doğurmamış olan
göğüssüz ve kalçasız bir Meryem'in kucağında bir çocuk :
                                     başı öyle büyük
                                     o kadar inceydi ki kıvrılmış bacakları
                                                      hazin ve korkunçtu.
Önlerinde kandil yanıyordu
                                            eski
                                                   sert
                                                          ve boyalı tahtayı aydınlatıp...
İki adam boyundaydı tahta heykel.
Şeytan saklanmıştı arkasına
                                    — kaşları çekik, sakalı sivri,
                                         Mefistofeles olması muhtemel,—-
ve âlim bir tebessümle
                                   dinliyordu muhterem pederi.
«— Avrupa'nın bekası,
                                    (okuyordu beyannameyi muhterem peder)
       Avrupa'nın bekası için harbediyoruz.»
Dinliyordu Şeytan
                              sivri sakalında keder
ve âsi ve selîm aklına
dayanılmaz bir ağrı vermekteydi yalan.
Okuyordu rahip :
«— Avrupa milletleri el ele verip
                                                harbediyoruz,
      ve mutlak imha edeceğiz
                                            medeniyet için tahripçi bir unsuru.»
Şeytan bir parça yana itti Meryem'in heykelini
ve havada sihirle efsun alâmetleri daireler çevirip
                                                  kaldırdı elini
                                                                  rahibe doğru
                                              — etsizdi, uzundu bu el,
                                                   hakikat gibi, kemikli ve kuru —.
Ve ne olduysa o anda oldu işte.
Renkli camın altındaki kadın
          çırılçıplak göründü kıpkırmızı güneşte.
Memeleri ağırdı
ve sarı ipek gibi parlıyordu karnının altında tüyler.
Düşürdü kâadı muhterem peder
                                        ve Şeytan'ın iğvasıyla hakikati bağırdı :
«— Karşı koymak günü geldi en büyük tehlikeye.
       Harbediyoruz,
       fuhşun bekası için,
       kerhane kapıları kapanmasın diye.
       Ve sen orda, arkada
       içinde beyaz entarisinin
       bir erkek çocuğu gibi duran,
       sen orospu olacaksın kızım.
       Sana firengi ve belsoğukluğu verecekler
                                                büyük şehirlerimizden birinde.
       Baban dönmeyecek
       Yatıyor şimdi yüzükoyun
                                      çok uzak bir toprağın üzerinde.
       Şimdi kan içindedir
                                   etli, kalın kulaklar
                                   ve ince kollarının dolandığı boyun.
       Yattığı yerde yalnız değil.
       Hareketsiz duran tanklarla, terk edilmiş toplar sahada.»
Kendi sesinden ürkerek
                             sustu rahip.
Orda, arkada, beyazlı kız ağlıyordu.
Kadife ceketli bir erkek
                           — ihtiyar orman bekçisi civar çiftliğin —
                                bir şeyler söylemek istedi.
Sivri sakalını kaşıdı Şeytan,
                                 rahibe : «Devam et,» — dedi.
Ve muhterem peder
                          başladı tekrar konuşmaya :
«— Harbediyoruz :
       pazar ve mal nizamının bekası için.
       Kömür, lâstik ve kereste,
       ve kendi değerinden fazla yaratan iş kuvveti
                                                                       satılmalıdır.
       Patiska, benzin
                          buğday, patates, domuz eti
       ve taze gümrah bir sesin içindeki cennet
                                                                    satılmalıdır.
       Güneşli bahçesi ve resimli kitapları çocukluğun
                                               ve ihtiyarlığın emniyeti
                                                                       satılmalıdır.
       Şan, şeref ve saadet,
       ve
       kuru kahve
       topyekun pazar malı olup
                            tartılıp, ölçülüp, biçilip satılmalıdır.
       Harbediyoruz :
       harbi bitirdiğimiz zaman
       aç, işsiz ve sakat
                      — harp madalyasıyla fakat —
                                   köprü altında yatılmalıdır...»
Yine sustu muhterem peder.
Şeytan emretti yine :
«— Naklet onun macerasını,
       o ne idi, ne oldu, anlat...»
Ve anlattı rahip :
«— Onu hepiniz hatırlarsınız,
       toprağın içindeki bir patates tohumu gibi
                                         fakir,
                                                   çalışkan
                                                               ve neşesiz geçti çocukluğu.
       Sonra uyandı birdenbire
                                           on yedi yaşına doğru.
       Yine fakirdi, çalışkandı.
       Fakat aylarca gidip
                                     bulutsuz bir denizde
                                                      altında sönük yelkenlerin
       sanki çok sıcak bir sabah ufukta apansızın
                               yeni bir dünya keşfeder gibi buldu neşeyi...
       Mahallede sesi en güzel olan insandı
                                                  ve en güzel mandolin çalan.
       Hatırlıyorsunuz değil mi
              size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin
              ve mavi kurdelesini
                                            mandolininin?..
       İçinizde kimin kalbini kırdı,
                                               kime yalan söyledi,
                                                       sarhoş olduğu vaki midir,
                                                       ve kiminle dövüştü?
       Çocuklara saygısını
                               ve ihtiyarlara şefkatini inkâr edebilir miyiz?
       Belki biraz kalın kafalı
                               fakat kalbi bir balık yavrusu gibi temiz
       onu geçen sene harbe gönderdik.
       Şimdi gerilerinde cephenin
       işgal altındaki bir köyün odasındadır.
       Baygın bir kadının ırzına geçmekle meşgul
                                       bir tahta masanın üzerinde.
       Beli çıplak
                   pantolunu dizlerinde
       başında miğfer
       ve ayaklarında kısa, kalın çizmeler.
       Yerde iki çocuk ölüsü yatıyordu
                                       direkte bağlı bir erkek.
       Dışarda yağmur yağıyor
       ve uzaktan uzağa motor sesleri.
       Kadını masadan yere iterek
                  doğrulup çekti pantolonunu...
       Halbuki hepiniz hatırlarsınız onu,
       hatırlıyorsunuz değil mi
               size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin
               ve mavi kurdelesini
                                              mandolininin?»
Yine birdenbire sustu muhterem peder.
(Susabilmek bir hünerdir
                             insanın ağzından çıkan sözler
                                                                     kendine ait olmazsa.)
Fakat tahta Meryem'in arkasından
yine emretti Şeytan :
                     «— Rahip, devam et,» — dedi.
Ve devam etti rahip :
«— Harbediyoruz.
       Çalıştırılan insan yığınları
                                      birbirine devrederek zinciri,
       karanlık ve ağır,
                        beton künklerin içinde akmalıdır.
       Ve sen kocakarı
                        — ön safta, solda, diz çöküp
                                      yüzü eski bir kâat gibi buruşuk olan —
                             seni temin ederim ki
                                      kilise kapısında oynayan torunun
                                      — beş yaşında,
                                           başı altın bir top gibi yuvarlak —
                                      dedesi,
                                                 senin kocan,
                                      babası,
                                                 senin oğlun
                                      ve komşuların gibi
                                                 kömür ocaklarında çalışacak.
       Hiçbir şeyi
                         ümit etmemeyi
                                                  öğrensin.
       Bu maksatla
                    uçuyor bombardıman birliklerimiz
                               tasavvur edilmeyecek kadar çok ölüm taşıyıp
                                                                         iki gergin kanatla.
       Ve motorlarına benzinle beraber
                                              belki bir parça keder dolarak
                    (öldürenlerde tevehhüm edilen keder gibi bir şey),
       uçuyor av kuvvetleri himayesinde olarak
                       bombardıman birliklerimiz
                                      birbiri ardından giden dalgalar halinde...
       Harbediyoruz :
                     öldürdüklerimizin sayısı
                                        — bizden ve onlardan
                                             aralarında meme çocukları da var —
                                    şimdilik
                                             beş altı milyon kadar.
       Harbediyoruz :
                     kundak bezinin çeşidiyle belli olmalı herkesin yeri.
       Harbediyoruz :
                     parlasın edebiyen diye sabah güneşlerinde
                                                                      hapisane demirleri...»
Hakikat çok taraflıdır.
Fakir bir Şimal kilisesinde
                            — Şeytan'ın iğvasıyla da olsa —
                                       fakir bir papaz
                                                  onu o kadar uzun anlatamaz.
İnzibat kuvvetleri aldı haberi
                                     — kadife ceketli orman bekçisinden —
                                     gelip indirdiler kürsüden muhterem pederi.
Ve asfalt yolun üzerinde
                           arasında silâhlı iki adamın
                                                             giderken muhterem peder
Şeytan baktı arkasından :
                                     çekik kaşlarında ümit
                                                                   ve sivri sakalında keder.
 
                                                                                                      12.9.1941
 
Not :
Alamanya yıkıldı.
Temerküz kampından kurtarıldı muhterem peder.
Ve yine Şeytan'ın iğvasına uymasaydı eğer
önemli Alaman demokratlarından biri olurdu bugün
                                   Anglo-sakson işgal bölgelerinden birinde.
Halbuki yine uydu Şeytan'a.
Ve yine bir pazar günü ve aynı kilisede yine
batılı müttefikleri meth ü sena edeyim derken
41 yılında söylediklerinden bazı fasılları tekrarladı aynen
                                                bilhassa mal nizamına ait olanları.
Ve Katolik bir Amerikan subayının emriyle
                                   (tevkif edilmediyse de bu sefer)
                                             kovuldu kiliseden muhterem peder.
Yine arkasından baktı Şeytan :
                                    çekik kaşlarında biraz daha çok ümit
                                    sivri sakalında biraz daha az keder...
                                                                                            1946 Şubat 17
 
 
 
GAZETE FOTOĞRAFLARI ÜSTÜNE
 
 
1
Kara Yara
Birinci sayfada yatıyor iki sütun üstüne
                                     iki çıplak yavrucuk,
birinci sayfada iki sütun üstüne
                                     bir avuç kemik deri.
Delinmiş patlamış etleri.
Biri Diyarbakırlı, Erganili biri.
Kolları bacakları kargacık burgacık,
kafaları kocaman,
ağızları korkunç bir haykırışla açık,
birinci sayfada taşla ezilmiş iki kurbağacık.
İki kurbağacık
kara yaralı iki yavrum benim.
Yılda kim bilir kaç bininiz
acı suya bile doymadan gelip gidiyor...
Ve müsteşar bey :
(Kara Yaraya tutulası)
"Endişeye mahal yok," diyor.
 
                                                            3 Ağustos 1959
 
 
GELMİŞ DÜNYANIN DÖRT BİR UCUNDAN
Gelmiş dünyanın dört bir ucundan
Ayrı dilleri konuşur, anlaşırız
Yeşil dallarız dünya ağacından
Gençlik denen bir millet var, ondanız.
                                                                    1956

Nev York Tayms gazetesi 29 Aralık 1954 tarihli sayısında "Türkiye Geriliyor" başlıklı bir başyazı yayımladı. Bu başyazıda şöyle satırlar var : "O - Adnan Menderes - Basın hürriyetini yok ediyor... Basında kendisini tenkit edenleri hapse atıyor... Siyasi muhalefeti eziyor... Menderes işçilere grev hakkını tanıyacağını vaad etmişti... Halbuki en kısa grevler için işçileri takip ediyor..."
    Ben, Nâzım Hikmet, Nev York Tayms gazetesinin satırları arasında kalan yazıları da okudum. Bu satırların arasındaki satırları aynen aşağıya geçiriyorum.
 
 
GERİLEYEN TÜRKİYE YAHUT ADNAN MENDERES'E ÖĞÜTLER
 
Şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes.
Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes.
İlle de asıp kesmek geliyorsa içinden
Ezmekte devâm et Barışçılar'ı, ama sen
Meselâ Yalçın'ı da tıkıyorsun deliğe
(1)
İhtiyarcık sana azıcık cilve yaptı diye,
Git, koş, elini öp, af dile, yüzünü güldür,
O, yalnız altın kafeslerde öten bülbüldür.
O, matbaalar yıktırıp kitaplar yaktıran,
(2)
O, büyük demokrat, O, hürriyetçi kahraman,
Moskova'yı atomlayalım diyen insancı...
Kendine acımazsan bize bir parça acı.
A be Adnan Menderes, böyle bir dal kesilmez,
Böyle şaşkınlıkların sonu da iyi gelmez...
Şu muhalefetle de alıp veremediğin ne?
Niye öyle hışımla yürüyorsun üstüne?
Kore'ye asker gönderdin de "Hayır" mı dedi?
"Kan aktı hesabı sorulmalıdır!" mı dedi?
Orduyu emrimize verdin, ses çıkardı mı?
"Olmaz olsun" mu dedi Amerikan yardımı?
Feryat mı etti "İstiklâl elden gitti" diye?
Zavallı, sımsıkı sarılmış demokrasiye :
"Başvekil merasimsiz karşılanmalı" diyor.
(3)
Bir de bazan coşarak "Hayat pahalı" diyor.
Bu aksoylu muhalefeti ezilir görmek
Türkün Batılı dostlarını pek üzüyor pek.
(4)
Şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes.
Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes.
Hani, her işte bizden örnek alacaktın ya?
Hürriyet nizamına sâdık kalacaktın ya?
Vaadettin tanımadın işçinin grev hakkını.
O hakkı bizim tanıdığımız gibi tanı.
Elli istiyorlarsa ateş aç, sonra beş ver.
Ama ufak tefek grevlerde anlayış göster.
Sendika liderlerinizin birçoğu zaten
bizde olduğu gibi emir alır polisten.
Niye telaşlanıp kaybedersin vekarını?
Hem de kırarsın liderlerin itibarını?
Şaşkınlığın  bu kadarına doğrusu ya pes,
Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes.
Senin bindiğin dallar ve bindiğimiz dallar,
Unutma bu dallardan başka asıl ağaç var,
öfkeyle homurdanan yarı çıplak, yarı aç,
bizi silkip atmaya fırsat kollıyan ağaç...
 
                                                                            1955
 
(1) Adnan Menderes tevkif ettiği gazeteciler arasında Hüseyin Cahit Yalçın'ı da hapise attı. (2) 1945 yılında Tan gazetesi başta olmak üzere birçok gazete, dergi matbaası yıkılıp yağma edilmiş, meydanlarda kitaplar yakılmıştı. Bu faşist sürülerine "İleri" emrini Yalçın vermişti. (3) Burjuva muhalefet gazeteleri ve partileri, Adnan Menderes'e İstanbul'a filan gelip gidişlerinde merasim yapılmasına itiraz ediyorlar. (4) Nev-York Tayms yazısını şöyle bitiriyor: "Bu durum Türkiye'nin Batıdaki dostlarını kederlendirmektedir."


GİDEN
Camların üstünde gece ve kar.
Bembeyaz karanlıkta parlıyan raylar -
uzaklaşılıp kavuşulmamayı hatırlatıyor.
İstasyonun
üçüncü mevki bekleme salonunda
siyah başörtülü,
çıplak ayaklı bir çocuk yatıyor.
Ben dolaşıyorum...
Gece ve kar - pencerelerde.
Bir şarkı söylüyorlar içerde.
Bu, giden kardeşimin en sevdiği şarkıydı.
En sevdiği şarkı...
En sevdiği...
En......
Kardeşler, bakmayın gözlerime
ağlamak geliyor içimden...
Bembeyaz karanlıkta parlıyan raylar -
uzaklaşılıp kavuşulmamayı hatırlatıyor.
İstasyonun
üçüncü mevki bekleme salonunda
siyah başörtülü,
çıplak ayaklı bir çocuk yatıyor..
Gece ve kar pencerelerde.
Bir şarkı söylüyorlar içerde!..
 
GİDERAYAK
Giderayak işlerim var bitirilecek,
                                                    giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
                                                    giderayak.
 
                                                                    Haziran 1959


GÖMLEK, PANTOLON, KASKET VE FÖTRE DAİR
Bana:
"temiz gömlek
giymek
düşmanıdır," diyenler
varsa eğer,
muazzam hocamın resmine baksın.
Ustalarımın ustası Marks'ın
ceketi rehindeydi,
bir övün yemek yerdi dört günde.
Dalgalanırdı fakat
heybetli sakalı:
bembeyaz
tertemiz
kolalı
bir gömleğin üstünde..
Ütülü pantolana idam hükmü kim verdi?
Tosunlar,
şu bizim tarihi de mek parmak okusunlar:
1848'de kurşunlar
demir bir tarak gibi geçerken başından,
halis İngiliz kumaşından
halis İngiliz modasıyla
ütülü mum gibi bir pantolon giyerdi
-Alanglez-
insanların en büyüğü Engels...
Vladimir İliç Ulyanof Lenin
ateşten bir dev gibi çıktığı zaman
barikata,
yakalığı da vardı
kıravatı da..
Bana gelince:
Ben ki, herhangi bir proleter şairiyim,
Marksisto-Leninist şuur,
30 kilo kemik
7 litre kan,
bir iki kilometre kadar,
damar,
adale, et, sinir ve deriyim;
ne kafamın dışındaki kasket
içindekine delalet
eder,
ne de biricik fötrüm beni
geçmekte olan geçmişe alet
eder....
Buna rağmen
ben:
haftada altı gün kasketliysem eğer,
haftada bir gün
sevgilimle seyrana giderken
biricik fötrümü
tertemiz
giymek içindir bu...
Fakat
neden benim iki fötrüm yok?
Ne dersin üstat?
Tembel miyim?
Hayır!
Günde 12 saat
sayfa bağlamak,
ayakta dikilip
anası ağlamak
sapına kadar çalışmaktır..
Kapkara cahil miyiz?
Hayır!
Mesela:
"Sat-Sin" bey kadar cahilü cühela
olmasam gerek....
Budala mıyım?
Eh,
pek
değil..
Belki biraz derbederim..
Lakin hep
asıl sebep:
proleterim,
be birader,
proleter!!..
Ve benim iki fötrüm,
iki milyon fötrüm, ancak
her
proleter
gibi,
Borsalino-Habik-Mosan-Mançister
tezgahlarının sahibi
olursam-olursak-olacak!...
Ve ilaaaaaaa,
Laaaaaaa!!!!!!!....
N.Hikmet - 5.2.1931



GÖVDEMDEKİ KURT
 
Sen
benim
minare boyunda çam gövdeme,
yumuşak
beyaz
bir kurt gibi girdin,
kemirdin!
Ben
barsaklarında solucan Makdonaldı besleyen
İngiliz amelesi gibi taşıyorum
                                        seni içimde!
Biliyorum
          kabahat kimde!
Ey ruhu lordlar kamarası kadın!
Ey uzun entarili tüysüz Puankare!
Karşımda:
demirleri kıpkızıl
                  bir şimendifer ocağı gibi yanmak
senin en basit hünerin;
yine en basit hünerin senin
buzun üstünde bir paten gibi kıvranmak!
Soğuk!
Sıcak!
Kaltak!
dur!
Yumuşak
          beyaz
                kıvrılışlarınla
                               beynime giriyorsun
                                                      kemiriyorsun!
Oraya giremezsin!
Onu kemiremezsin!
Yumuşak beyaz kıvrılışlarıyla beynime giren kurdu çürük bir diş çeker gibi söktüm! Epeyce ter döktüm! Bu sonuncuydu                  bir daha olmayacak!
 
                                                                                        1924
 
 
GÖZLERİN
 
Gözlerin gözlerin gözlerin,
ister hapisaneme, ister hastaneme gel,
gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte,
şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte
Antalya tarafında ekinler seher vakti.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
kaç defa karşımda ağladılar
                            çırılçıplak kaldı gözlerin
altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak,
fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün
sevinçli bahtiyar
                     alabildiğine akıllı ve mükemmel
dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa'nın
ve yaz yağmurundan sonra yapraklar
ve her mevsim ve her saat İstanbul.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
gün gelecek gülüm, gün gelecek,
kardeş insanlar birbirine
senin gözlerinle bakacaklar gülüm,
                           senin gözlerinle bakacaklar.
 
 
                                                                            1956


GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ
Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
                         kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
                                      esmer alınlarında
                          bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
                     güneşe giden
                                        köprüden
                                               geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
                                        yırtarak
                                              gerindik!
Sıçradık;
            şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
            kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
                             şaha kalkan atlarını!
 
                    Akın var
                                güneşe akın!
                        Güneşi zaptedeceğiz
                                güneşin zaptı yakın!
 
Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
                            göz yaşlarını
                                        boynunda ağır bir
                                                                zincir
                                                                    gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
            kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!
İşte:
        şu güneşten
                        düşen
                               ateşte
                                    milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
                düşen
                        ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
 
                          Akın var
                                  güneşe akın!
                          Güneşi zaaptedeceğiz
                                  güneşin zaptı yakın!
 
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
                kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
                                                o «an»
                                                    kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
                                            yükseliyoruz
                                                        güneşe doğru!
Ölenler
        döğüşerek öldüler;
                              güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
 
                          Akın var
                                      güneşe akın!
                          Güneşi zaaaptedeceğiz
                                      güneşin zaptı yakın!
 
Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
                    kıvranarak
                                ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
                            emreden!
Bu ses!
        Bu sesin kuvveti,
                             bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
                                                     vuran,
onları oldukları yerde
                                durduran
                                      kuvvet!
Emret ki ölelim
                   emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
           coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
 
                           Akın var
                                       güneşe akın!
                           Güneşi zaaaaptedeceğiz
                                       güneşin zaptı yakın!
 
 
Toprak bakır
            gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
        Haykıralım!
 


GÜNEŞİN SOFRASINDA SÖYLENEN TÜRKÜ
Dalgaları karşılayan gemiler gibi,
gövdemizle karanlıkları yara yara
çıktık, rüzgarları en serin
uçurumları en derin
havaları en ışıklı sıra dağlara.
Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.
Önümüzde bakır taslar güneş dolu.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!
Dağlarda gölgeniz göklere vursun,
göz göze
yan yana
durun çocuklar.
Taşları birbirine vurun çocuklar.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun
doldur içelim.
Başları
göklere
atalım
serden geçelim..
Heeey, nerden geçelim?
Yalnayak
koşarak
devlerin
geçtiği
yerden geçelim.
Heeey
hop
Heeey
hep
birden geçelim.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun,
doldur içelim.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!.
N.Hikmet


GÜZ
Günler gitgide kısalıyor,
yağmurlar başlamak üzre.
Kapım ardına kadar açık bekledi seni.
Niye böyle geç kaldın?
Soframda yeşil biber, tuz, ekmek.
Testimde sana sakladığım şarabı
içtim yarıya kadar bir başıma
seni bekleyerek.
Niye böyle geç kaldın?
Fakat işte ballı meyveler
dallarında olgun, diri duruyor.
Koparılmadan düşeceklerdi toprağa
biraz daha gecikseydin eğer...
HABER

Onlardan haber geldi.
Oradan
onlardan.
Gömlekleri kirli değil
çatık değilmiş kaşları.
Yalnız biraz
uzamış tıraşları.
"Yandık!"
dememişler.
Dayanmışlar biliyorum.
"Dayandık!"
dememişler.
Gözleri gülerek
bakıyorlarmış adama.
Şakaklarında taze bir yara varmış ama,
çatık değilmiş kaşları.
Yalnız biraz
uzamış tıraşları....

 


HASRET
Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!

HASRET
Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.
Yüz yıldır bekliyor beni
                    bir şehirde bir kadın.
Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
                       yol yüz yıllık.
Yüz yıldır alacakaranlıkta
                   koşuyorum ardından.
 
                                            6 Temmuz 959
 
 
HERKES GİBİ
Gönlümle baş başa düşündüm demin;
Artık bir sihirsiz nefes gibisin.
Şimdi tâ içinde bomboş kalbimin
Akisleri sönen bir ses gibisin.
Mâziye karışıp sevda yeminim,
Bir anda unuttum seni, eminim
Kalbimde kalbine yok bile kinim
Bence artık sen de herkes gibisin.
 
                                    (Altıncı Kitap, Temmuz 1336/1920)
 
 
 
«BENCE SEN DE ŞİMDİ HERKES GİBİSİN»
 
Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin
Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin
Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin
 
                                                    334 (1918) - Yaz - Kadıköy


HİÇBİR AĞAÇ BÖYLE HARİKULADE BİR YEMİŞ VERMEMİŞTİR

Topraktan ateşten ve denizden
                        doğanların
en mükemmeli doğacak bizden...
.......................................
.......................................
....................................... ve insanlar ellerini
                                        korkmadan
                                                düşünmeden
birbirlerinin ellerine bırakarak
yıldızlara bakarak:
- "Yaşamak ne güzel şey!"
                        diyecekler;
bir insan gözü gibi derin
            bir salkım üzüm gibi serin
                     bir ferah
                        bir rahat
bir işitilmemiş şarkı söyliyecekler...
Hiçbir ağaç
böyle harikulâde bir yemiş vermemiş
                                  olacaktır

Ve en vadedici
    bir yaz gecesi bile
           böyle sesler
            böyle inanılmaz renklerle
                   sabaha ermemiş olacaktır.
Topraktan
            ateşten
               ve denizden
doğanların
en mükemmeli doğacak bizden.....................






HİCİV VADİSİNDE BİR TECRÜBEİ KALEMİYE
Bir varmış
bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
Benim babam,
dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
O bir zatımuhteremin pederi
İkinci Sultan Hamidin
meşhur hırsız seraskeri.
Benim babam,
dolu koymuş
boş çıkmış,
bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
O, bir zatımuhteremin pederi -
Yemen çölünde açlıktan ölenlerin
suyundan, ekmeğinden çalarak,
kumun üstüne akan kandan
yüzde yüz komisyon alarak
han, hamam, apartıman yapmış...
Ey zatımuhterem!
Şaire, "Kısa kes, diyelim, sözlerini!"
Ölmüş sizin serasker
peder.
Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvel
ışıklı çocuk gözlerini
siz onun yanındaydınız.
Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye
kalbinin atışını saydınız.
Tutmuyordu babamın öpülesi elleri.
O eller..
Babamın gözleri artık
simsiyah defterleri göremiyordu...
Fakat yine siz haklısınız:
o gündü hesap günü.
Taktınız tenezzülen kendi elinizle siz
bir ölünün burnuna gözlüğünü,
beş papelin hesabını istediniz.
İşte o hesabı şimdi ben veriyorum.
Size bir tokat
borcum vardı.
Dikkat!
Kolumu geriyorum.
İkimiz karşı karşıyayız.
Sizin peder ölmüş.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam.
Benim şöhretim nerden gelir,
ben neyimle meşhurum -
-MALUM!.
Size gelince:
sizi meşhur eden şey:
hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan
hırsız bir oğlun parasıdır.
Sizin şöhretiniz:
lanetle dolu bir yükün
çuval darasıdır.
Şöhretiniz:
kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren
çingene çadırlarının yüz karasıdır.
İnanmazsanız eğer,
karıştırsın alim efendiler
kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri:
anlarsınız ki, Edirne boyu
çingeneleri,
görmemiştir soyunuz gibi bir soyu...
Bir varmış
bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
Ey zatımuhterem!
Ölmüş sizin serasker
peder.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık
iki meşhur adam...
N.Hikmet - 1933


HOŞ GELDİN
Hoş geldin!
Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun...
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü.
Özledik.
Gözledik...
Hoş geldin!
Biz
bıraktığın gibiyiz.
Ustalaştık biraz daha
taşı kırmakta,
dostu düşmandan ayırmakta...
Hoş geldin.
Yerin hazır.
Hoş geldin.
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun söze vaktimiz yok.
YÜRÜYELİM.....
N.Hikmet - 1932 Birinciteşrin 5, Çarşamba gecesi


HÜRRİYET KAVGASI
 
 
Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zaptettiler yine.
            Beyazıt'ta şehit düşen
            silkinip kalktı kabrinden,
            ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
            yıktı Şahmeran'ın mağarasını.
Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.
 
 
                                                                                1962

İYİMSER ADAM
Çocukken sineklerin kanadını koparmadı
teneke bağlamadı kedilerin kuyruğuna
kibrit kutularına hapsetmedi hamamböceklerini
karınca yuvalarını bozmadı
büyüdü
bütün bu işleri ona ettiler
ölürken başucundaydım
bir şiir oku dedi
güneş üstüne deniz üstüne
atom kazanlarıyla yapma aylar üstüne
yüceliği üstüne insanlığın
 
                                                                    Bakü, 6 Aralık 1958


İYİMSERLİK
Şiirler yazarım
basılmaz
basılacaklar ama
Bir mektup beklerim müjdeli
belki de öldüğüm gün gelir
mutlaka gelir ama
Ne devlet ne para
insanın emrinde dünya
belki yüz yıl sonra
olsun
mutlaka bu böyle olacak ama
                                                Moskova, 12 Eylül 1957


JAPON BALIKÇISI
                                        Denizde bir bulutun öldürdüğü
                                        Japon balıkçısı genç bir adamdı.
                                        Dostlarından dinledim bu türküyü
                                        Pasifik'te sapsarı bir akşamdı.
Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.
Balık tuttuk yiyen ölür,
birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür.
Tuzla, güneşle yıkanan
bu vefalı, bu çalışkan
elimize değen ölür.
Birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Elimize değen ölür...
Badem gözlüm, beni unut.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.
Üstümüzden geçti bulut.
Badem gözlüm beni unut.
Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.
Badem gözlüm beni unut.
Bu gemi bir kara tabut.
Badem gözlüm beni unut.
Çürük yumurtadan çürük,
benden yapacağın çocuk.
Bu gemi bir kara tabut.
Bu deniz bir ölü deniz.
İnsanlar ey, nerdesiniz?
                           Nerdesiniz?
                                                    (1956)

KADINLARIMIZIN YÜZLERİ
 
Meryem ana Tanrıyı doğurmadı
Meryem ana Tanrının anası değil
Meryem ana analardan bir ana
Meryem ana bir oğlan doğurdu
Âdemoğullarından bir oğlan
Meryem ana bundan ötürü güzel bütün suretlerinde
Meryem ananın oğlu bundan ötürü kendi oğlumuz gibi
                                                                         yakın bize
Kadınlarımızın yüzü acılarımızın kitabıdır
acılarımız, ayıplarımız ve döktüğümüz kan
karasabanlar gibi çizer kadınların yüzünü.
Ve sevinçlerimiz vurur gözlerine kadınların
göllerde ışıyan seher vakıtları gibi.
Hayallerimiz yüzlerindedir sevdiğimiz kadınların,
görelim görmeyelim karşımızda dururlar
                      gerçeğimize en yakın ve en uzak.
 
                                                                                1962

KALBİM
 
Göğsümde 15 yara var!.
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!!
                               
Göğsümde 15 yara var!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!!
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak.
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!...
                •
Göğsümde 15 yara var!.
Deldiler göğsümü 15 yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!
Kalbim yine çarpıyor,
      kalbim yine çarpacak!!!
Yandı 15 yaramdam 15 alev,
kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak..
Kalbim
kanlı bir bayrak gibi çarpıyor,
                         ÇAR-PA-CAK!!
 
                                                                1925
 
 
 

KANTER İÇİNDE

Yapıcılar türkü söylüyor
Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
Bu iş biraz zor.
Yapıcıların yüreği
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl
ama yapı yeri bayram yeri değil.
yapı yeri toz toprak.
Çamur, kar.
Yapı yerinde ayağın burkulur
                     ellerin kanar.

Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli
                     her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak
ne herkes kahraman
ne dostlar vefalı her zaman.
Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı
bu iş biraz zor,
zor ama
           yapı yükseliyor, yükseliyor.
Saksılar konuldu pencerelere
                     alt katlarında.
İlk balkonlara güneş taşıyor kuşlar
                kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var her putrelinde
                her tuğlasında
                    her kerpicinde.
Yükseliyor, yükseliyor yapı
                kanter içinde.







KARLI KAYIN ORMANINDA
 
 
Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım,
elini ver, nerde elin?
Ayışığı renginde kar,
keçe çizmelerim ağır.
İçimde çalınan ıslık
beni nereye çağırır?
Memleket mi, yıldızlar mı,
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı, sıcak.
Ben ordan geçerken biri :
"Amca, dese, gir içeri."
Girip yerden selâmlasam
hane içindekileri.
Eski takvim hesabıyle
bu sabah başladı bahar.
Geri geldi Memed'ime
yolladığım oyuncaklar.
Kurulmamış zembereği
küskün duruyor kamyonet,
yüzdüremedi leğende
beyaz kotrasını Memet.
Kar tertemiz, kar kabarık,
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
ölmüş Berut, tanışırdık.
Bende boz bir halısı var
bir de kitabı, imzalı.
Elden ele geçer kitap,
daha yüz yıl yaşar halı.
Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.
En acayip gücümüzdür,
kahramanlıktır yaşamak :
Öleceğimizi bilip
öleceğimizi mutlak.
Memleket mi, daha uzak,
gençliğim mi, yıldızlar mı?
Bayramoğlu, Bayramoğlu,
ölümden öte köy var mı?
Geceleyin, karlı kayın
ormanında yürüyorum.
Karanlıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.
Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyolu, ova.
Yirmi beş kilometreden
pırıl pırıldır Moskova...
 
                                                        14 Mart 1956,
                                                        Moskova, Peredelkin

KEMAL TAHİR'E MEKTUP
 
«Malatya» diyorum,
        senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma.
Bursa'da kaplıcalar
                        Amasya'da elma
                            Diyarbakır'da karpuz ve akrep.
fakat senin oranın,
                          Malatya'nın
                                   nesi meşhurdur,
yemişlerinden ve böceklerinden hangisi,
                                  suyu mu, havası mı?
Düşün ki hapisanesi hakkında bile fikrim yok.
Yalnız :
bir oda,
bir tek penceresi var :
                             çok yüksek olan tavana yakın.
Sen ordasın
dar ve uzun bir kavanozda
                                    küçük bir balık gibi...
Teşbihim hoşuna gitmeyebilir.
Hele bu günlerde
                kendini kafeste arslana benzetiyorsundur.
Haklısın Kemal Tahir,
emin ol ben de öyle,
muhakkak ki arslanız,
şaka etmiyorum
                          hattâ daha dehşetli bir şey :
                                                                      insanız...
Hem de hangi tarihte, hangi sınıftan,
                                                        malum...
Lâkin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor,
                                                                 ikisi de bir,
                                                                 hele bu günlerde...
— Bunu içerde rahat ve masun
                                                 yatan bilir — ...
Hele bu günlerde,
Sarıyerli Emin Beyin fıkralarına gülmek,
sevgili kitapların ve domatesin lezzeti,
tahtakurularına rağmen uyku
                                  — günde üç tatlı kaşığı Adonille de olsa —
ve Tahir'in oğlu Kemal
hattâ mektup gelmesi senden
ve hattâ ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını,
karıma olan aşkımdan başka
                               nefsimin herhangi bir rahatlığını
                                                                          affedemiyorum...
Fartı-hassasiyet?
Değil.
Döğüşememek,
bir mavzer kurşunu kadar olsun
                                                bilfiil
                                                     doğrudan doğruya...
Ancak kavgada vurulan acı duymaz
ve kavga edebilmek hürriyetidir
                                             en mühimi hürriyetlerin.
İçerim yanıyor, Kemal,
                          dışarım serin...
Anlıyorsun ya,
zaten ettiğim lâf
                 bizim lâflarımızın herhangi biri :
                                              çok konuşulmuş,
                                                     ve konuşulmakta olan...
Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan,
dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak
                                                                            bu lâfları ediyor...
Anlıyorsun ya,
zarar yok,
ben anlatacağım yine!...
Elden hiçbir şey gelmediği zaman
                                         konuşup anlatmanın alçak tesellisi?
Belki evet,
belki hayır...
Hayır öyle değil.
Hangi teselli bırak be dinini seversen bırak...
Bu, düpedüz,
başın önde, olduğun yerde dolanarak
kükremek, böğürüp bağırmak, Kemal...
                                                                                            1941, Sonbahar..


KEREM GİBİ
 
Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
        bağır
                bağır
                        bağırıyorum.
Koşun
         kurşun
                erit-
                    -meğe
                            çağırıyorum...
O diyor ki bana:
— Sen kendi sesinle kül olursun ey!
                                                Kerem
                                                     gibi
                                                          yana
                                                                yana...
«Deeeert
             çok,
                 hemdert
                         yok»
Yürek-
        -lerin
kulak-
        -ları
              sağır...
Hava kurşun gibi ağır...
Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım
                   Kerem
                        gibi
                              yana
                                    yana.
Ben yanmasam
                  sen yanmasan
                             biz yanmasak,
                             nasıl
                                   çıkar
                                          karan-
                                                  -lıklar
                                                      aydın-
                                                              -lığa..
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır                                                                   
        bağır
                bağır
                        bağırıyorum.
Koşun
         kurşun
                 erit-
                     -meğe
                             çağırıyorum.....
 
                                                                                1930 Mayıs
 
 
 
KIRKINCI YILIMIZ
 
Hepimiz kırk yıl önce doğduk,
kırk yıl önce sabahleyin
kırk yıl önce gün ışırken Bedreddin'in İznik Gölü'nde
çamlı bellerinden birinde Köroğlu'nun
ve Sibirya'dan, esirlikten dönen Bolşevik Osman
pusuya düşürürken Urfa yolunda seher vakti Fıransızı.
Hepimiz kırk yaşındayız
yirmisine basanımız da
altmışını geçenimiz de
atılıp ölenimiz de İstanbul'da Müdüriyet penceresinden.
Bu kırkıncı yılımızda
                              ne bir ormanız
ne şose boyunda tek tük kavak ağacı
bir tarlayız tohumu saçılmış.
Hepimiz kırkına bastık bu sabah
hapiste yatanımız,
işyerindekilerimiz, muhacirimiz.
Hepimiz kırkına bastık bu sabah.
Yoldaşlar yeni yeni yıllara!
 
                                                                    25 Eylül 1960

KIŞLIK SARAY
Kışlık Saray'da Kerenski.
Smolni'de Sovyetler ve Lenin,
sokakta o n l a r .
O n l a r biliyorlar ki, O :
"- Dün erkendi, yarın geç.
    Vakit tamam bugün," dedi.
O n l a r : "- Anladık, bildik," - dediler.
Ve hiçbir zaman
bildiklerini bu kadar müthiş ve mükemmel bilmediler...
İşte : cepheden dönen süngüleri,
kamyonları, mitralyözleriyle,
hasretleri, ümitleri, mukaddes iştihaları,
rüzgârda karın üstünde savrulan sözleriyle
                                  o n l a r yürüyorlar kışlık saraya...
Putilovski Zavot'tan Bolşevik Kitof :
"- Bugün büyük bir gündür, yoldaşlar, - diyor, - büyük bir gündür.
    Ve ihtar ederim ki çapul yapmak isteyenlere
    artık Kışlık Saray ve bütün Rusya işçinin ve köylünündür."
Tesviyeci Topal Sergey :
"- Hey gidi dünya, - diyor, - hey,
    ben 905'te on yaşımda geçtim bu yoldan :
    en önde iri, mazlum gözlü azize tasvirleri,
    yalnayak çocuklar, kocakarılar
                                  ve uzun saçlı papaz Gapon...
    Karşıda, kırmızı pencerede, bütün Rusların çarı
                                                      sapsarı bakıyordu bize.
    Kadınlar ağlaşarak toprağa diz çöktüler.
    Ben kaldırmıştım ki elimi istavroz çıkarmak için
    birdenbire dörtnala Kazaklar geldi karşımıza.
    Kazaklar şahlanmış bir at ve simsiyah bir kalpaktılar.
    Biz çocuklar bağrışarak serçe kuşları gibi düştük.
    Bir at nalı ezdi benim dizkapağımı..."
Ve Topal Sergey bacağını sürüyerek
                                              yürüyor o n l a r l a Kışlık Saray'a...
Rüzgârdır
kardır
ve insanlardır hâkim olan manzaraya.
Lehistan cephesinden gelen köylü İvan Petroviç'in gözleri
                                                        karanlıkta kedi gözleri gibi görüyor :
"- Ehhh, Matuşka, - diyor, -
    yeşil başlı ördek gibi toprağı attık çantaya..."
Sütunların arkasından ateş açtı Kışlık Saray,
ateş açtı yüzü güzel Yunkersler
                                  ve şişman orospular.
Tesviyeci Topal Sergey :
"- Hey gidi dünya, - dedi, - hey,
    Kerenski kalmış kimlere..."
Ve topal bacağının üstünden
                                          düştü yere...
Köylü İvan Petroviç,
yağlı, semiz toprağı avucunun içinde görüp
ve kırmızı sakalına tükürüp
                      bir Ukrayna şarkısı gibi işletiyor mitralyözü...
Gecenin ortasında kırmızı tuğladan Kışlık Saray
ve limanda üç bacalı Avrora...
Bolşevik Kitof haykırdı yoldaşlara :
"- Yoldaşlar, - dedi, -
                        tarih
                        yani işçi ve köylü sınıfları,
                        yani kızıl asker,
               yani, bir meşale yakıyoruz, - dedi, -
                        hücuma kalkıyoruz, - dedi...
Ve Neva nehrinde buzlar kızarırken
o n l a r  bir çocuk gibi iştihalı
                                    ve rüzgâr gibi cesur,
Kışlık Saray'a girdiler.
Demir, kömür ve şeker,
                        ve kırmızı bakır,
                        ve mensucat,
ve sevda ve zülum ve hayat,
ve bilcümle sanayi kollarının,
ve küçük ve büyük ve Beyaz Rusya ve Kafkasya, Sibirya ve Türkistan,
                                                                    ve kederli Volga yollarının
                                                                    ve şehirlerin bahtı
                                                                    bir şafak vakti değişmiş oldu.
Bir şafak vakti karanlığın kenarından
karlı çizmelerini o n l a r
                          mermer merdivenlere bastıkları zaman...
 
                                                                                1939 İstanbul Tevkifanesi


KIZ ÇOCUĞU
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
                                                (1956)
 
KORE'DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ
DİYET
 
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
   iki hayın,
         ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                 bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
   iki ak,
        vıcık vıcık terli iki elinizle
            okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
                    dövizlerinizi,
                           ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
      iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
              halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                   Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
            vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
           çığlığımı duymamanız için
                   kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
          kopuk ellerim,
                     kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.
 
 
                                                            25 Haziran 1959

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder